Actions

Work Header

The Story of Grey and Blue

Summary:

Amelia Jane Eldrid 1991 yılında Hogwarts'a başlayacaktı. Ancak Seçmen Şapka 'herkesi ait olduğu yere' gönderdiğinden Amelia kendini 1937 yılında bulmuştu. Ve bu ne kadar Amelia Jane'in günlüğü olsa da aslında anlattığı Tom Riddle'ın hikayesidir.

Notes:

Arşivist görevindeki Glenien'den not: Bu hikaye daha önce, artık kapanmış olan Turkfanfiction.net'te yayınlanmıştır. Sitede kalan hikaye arşivini korumak için, Türkfanfiction.net olarak Kasım 2016'dan itibaren, AO3'ün Open Doors (Açık Kapılar) projesi kapsamında, sitede bulunan tüm hikaye arşivini AO3 koleksiyonuna taşımaya başladık. Bu haberin duyurusu çeşitli kanallarda yapıldı, ancak size ulaşmamış olabilir. Bu yazarı tanıyorsanız veya bu yazar sizseniz, hikayeyi üzerinize geçirmek için lütfen profil sayfamdaki e-mail adresini kullanarak bana ulaşın.

Chapter 1: Grey and Blue

Chapter Text

 

 

 

Story Notes:

"Mürekkebim, titreyen parmaklarımla zar zor tuttuğum kalemimden damlayarak lekelerken sayfaları, çektiğim onca acıdan, yüz yıl daha yaşasam tadamayacağımı bildiğim mutluluklardan sonra, bir insanın yaşayabileceği her şeyi yaşadığıma dair inancım tamdı. Yıllarca Tom'un yanında öğrendiğimin aksine, artık her şey göründüğü gibiydi. Sona gelmiştim. 

 

Galip geldiğim onca savaşın ardından, şimdi artık yenilme zamanıydı. Savaş alanının ortasında düşme, minik birer kül taneciği olup ayrılma zamanıydı dünyadan. Artık kaçış yoktu. Başka bir çıkış yolum ya da sihirli bir kurtarıcım olmayacaktı. Yıllarca Tom'un yanında öğrendiğimin aksine, artık her şey göründüğü gibiydi. 

 

Sessizce, yazılabilecek her şeyi yazdığım defterimi kapattım. Ölümün korkunç soğukluğu içimi titretse de, parmaklarımın arasında tuttuğum o kızıl saçlı küçük kız ve grilerini ayıramadığı mavi gözlü çocuğun hayaletiyle, onu son bir kez olsun göreceğime sevinerek ilerledim.

 

Saniyeler sonra yeşil bir ışık yüzümde patladığında, garip bir şekilde, gülümsüyordum. Artık bitmişti. Her şey göründüğü gibiydi; yıllarca Tom'un yanında öğrendiğimin aksine... Daha fazla karmaşıklık, acı yoktu...

 

Her şeyi bildiğimi ve açıklığa kavuşturduğumu sandığım o son anda dahi daha fazla yanılamazdım. 

 

Hiçbir şey, göründüğü gibi değildi. Tom, asla sözlü olarak vermediği o en önemli dersinde haklıydı. 

 

Hiçbir zaman, hiçbir şey göründüğü gibi değildi. 

 

Bunca yıl savaştıktan, yüzlerce insan öldükten, geriye alınması imkansız acılar çekildikten sonra, benim için her şey, sessiz bir çığlığın kalbimi parçaladığı o saniyelerde açıklığa kavuşacaktı. 

 

Kim ne kadar haklı olursa olsun, kimin tarafı iyilik adına asalarını çekerlerse çeksinler, bir savaşta iyi ya da kötü taraf olmazdı. Tarihin yanlış tarafında bulunmak imkansızdı. Kaybeden taraf kötü hatırlamaya mahkum olsa da, bir savaş olduktan sonra, kişinin kaç cana mal olduğu yalnızca bir rakamlar dizisiydi: Savaşıpta masum kalan insan yoktu. 

 

Bu nedenle Tom, yok edilmesi gereken canavar ya da kötülüğün savunucusu değil, yalnızca kırılmış bir çocuktu; tıpkı Harry'nin bir kahraman ya da iyiliğin savunucusu olmayıp sadece kırılmış kalbinin acısını dindirmeye çalışan bir çocuk olması gibi...

 

Ben ise, kenara çekilip sessiz bir hayat yaşarken, belki de habrim olmadan sürüp giden bu savaşın sebebi, kayıpların sorumlusuydum. Ama ben aslında sadece, yalnız kalmış üzgün bir çocuktan ibarettim.

 

Sona geldiğim o anda bile, yıllarca nedenini bilmeden mutsuz hissetmiş, sanki çok değerli bir şeyi kaybetmiş ama ne olduğunu unutmuşum ya da hiç tanımadığım birini özlüyormuşum gibi gelen onca zamanın ardından, sadece yalnız ve mutsuz bir çocuktum. 

 

Ama en azından, artık biliyordum: Tom haklıydı. 

 

Hiçbir şey göründüğü gibi değildi."

 

 

 

 

 

En 10 listesinde en az bölüm sayısıyla;

 

En Çok Yorum Alan 10 Hikaye

 

En Beğenilen 10 Hikaye

 

En Uzun 10 Hikaye

 

'den biri olmamızı sağladığınız için sonsuz teşekkürler!

 

Şarkı Listesi

 

Sonnot:

 

10. Bölümü okuduktan sonra, istediğiniz bir zaman diliminde (5.yıl olmak şartıyla) The Story of Grey and Blue: polyjuicepotion'ı okursanız bazı detaylar sizin için daha açık olur. 

Bölüm 1: Grey and Blue by -Vega

Merhaba, ben Amelia Jane Eldrid ve bu, doğmadan önce nasıl öldüğümün hikayesi.

Sanırım baştan başlamalıyım, en baştan.

1991 yılında, 11 yaşındayken Hogwarts mektubumu almıştım. Annem ve babam ile Diagon Yolu’nda alışveriş yaparken kendime bir süpürge aldırmayı bile başarmıştım.

Şimdi geriye dönüp baktığımda o zamanlara dair garip olarak değerlendirebileceğim tek şey, Hogwarts Ekspresi’ndeki yalnız oturan tek çocuk oluşum ve başıma geleceklerden tamamen habersiz olduğum halde ‘Şimdi ortadan kaybolsam, yıllarca kimse farkına varmaz.’ Diye düşünmemdi.

Gerçekten, lanetlendiğimi o zaman anlamalıydım. Ve bunca yıl sonra eğer geriye dönüp trene bindiğim o günü değiştirebilseydim, değiştireceğim tek şey o kadar çocuk arasında aileme sarılmayı utanç verici bulmamam olurdu.

Aslında geriye dönüp bütün hayatıma baktığımda hiçbir zaman sevdiğim insanlara yeterince sarılmadığımı fark ediyorum.

İnsanın yatığı onca hata dururken, yapmadığı şeylerden pişmanlık duyması, hayatın ‘Hızlı yaşa, genç öl.’ Deme şekli değil de nedir?

Tekrar lanetlendiğim –ya da belki kutsandığım demeliyim- zamana dönersek, her şey Büyük Salon’un tam ortasında oldu, ve hiç kimse farkına varmadı.

McGonagall adımı söylediğinde şu an hatırlayamadığım sarışın bir kız Hufflepuff masasına ilerlerken ben de ürkek ve titreyen adımlarla tabureye yürüdüm.

Şu an bile, aradan yıllar geçmesine rağmen Seçmen Şapka’nın ne dediğini kelimesi kelimesine hatırlıyorum.

“Hmmm.” Kafamda yankılanan mırılt, yerimden sıçramama neden olmuştu. “Seni özlemişim, Amelia Jane Eldrid.”

“Beni özledin mi?” Düşüncenin ses tonu gerçekten çok sertti.

“Evet.” Dedi Şapka omuz silken bir tonda. “Şimdi seni, ait olduğun yere gönderelim, Lia.” Ben, şapkanın ne dediğini çözmeye çalışırken şapka tarihinde ilk defa iki şey bağırdı. “1937! SLYTHERIN!”

Birisi şakayı kafamdan çıkardığında gördüğüm manzara öncekinden tamamen farklıydı.

Önce perdelerden başlamak istiyorum, bordo yerine altı rengiydi. Tavan, yıldızlı bir geceyi değil, bulutlu ve kasvetli bir gökyüzünü gösteriyordu. Dört büyük masa eskisiyle aynı dizilmiş olsa da, oturan öğrencilerin formaları değişmişti. Değişen tek şeylerin perdeler, tavan ve formalar olmasını dilerdim. Ama maalesef o formaları giyen öğrenciler de değişmişti.

Başımı kaldırıp McGonagall’a baktım, artık McGonagall değildi.

“Hadi, tatlım.” Dedi elinde Seçmen Şapka’yı tutan sarışın kadın. “Masana geç.” Sırtıma dokunup beni merdivenlere doğru itti. Panikle başımı öğretmenler masasına kaldırdım, Dumbledore bana yardım ederdi.

O an bunu fark edemeyecek kadar şaşırmış olsam da korkuyla,

“Dumbledore!” diyerek seslediğim adam, o akşamın erken saatlerinde gördüğüm Dumbledore’dan yaklaşık 60 yaş daha gençti.

Dumbledore, ‘Hadi artık masana geç.’ Der gibi gülümsedi.

Kendimi toplayıp Slytherin masasına yürümemi sağlayan şey sabah, trende iki kızıl oğlandan duyduğum konuşmaydı. Yanlarındaki birinci sınıf öğrencisi olduğuna emin olduğum tombul çocuğa Seçmen Şapka’yı anlatıyorlardı. Seçmen Şapka’nın bizi test edeceğini ve en büyük korkularımızı gün yüzüne çıkaracağını söyleyip zaten korkmuş görünen çocuğu iyice korkutuyorlardı. O zaman onlara inanmamıştım, ama belki de haklılardı. Sonuçta Seçme Şapka’yla onlar çoktan tanışmıştı.

‘Uyum sağla, Amelia, uyum sağla. Aptal bir şapka seni alt edemez. Yürü ve sakince yerine otur.’ Diye emretmiştim kendime. Bunun aptal bir test olduğuna kendimi ikna etmiş olmasam Büyük Salon’da bayılana kadar çığlıklar atarak koştururdum.

Şimdi düşünüyorum da o kadar cesurmuşum ki, Bir Gryffindor bile olabilirmişim.

Yerime oturup binaları belirleyen diğer çocukları izledim. Büyük ihtimalle seçim bitip yemek başladığında kendi zamanıma dönecektim. Yapmam gereken sabırlı olmak ve uyum sağlamaktı. Dışarıdan sakin görünmeyi başarsam da zaman geçtikçe içimdeki korku büyüyordu. Yavaş yavaş saçlarımla aynı renge dönüşüyordum. Ve kimse de yerinden kalkıp “Şaka!” diye bağırmıyordu.

Beni o kadar delirten neydi bilmiyorum. Ama Dumbledore’un yemek masasından kalkıp öğrenci masalarının yanından geçerek çıkışa ilerlediğini gördüğümde yerimden fırladığımı hatırlıyorum.

Ve o cırtlak sesimle bağırabildiğim kadar bağırmıştım.

“Profesör Dumbledore!” Ayağa kalktım ve koşabildiğim kadar hızlı koşup durmuş bana bakan Dumbledore’a yetişirken, cübbemin buradaki eski moda cübbelerle aynı olduğunu zar zor fark etmiştim. Yanında olduğum halde Dumbledore’a bağırdım.

“Yardım etmelisiniz!”

“Miss Eldrid, sakin olun lütfen.” Dedi Dumbledore sakin bir tonla.

“Sakin olamam.” Diye bağırdım elimi kolumu sallayarak Bütün okulun beni izlediğinden haberim yoktu. “Buraya ait değilim, ben, ben 1991 yılından geliyorum. Ah, Merlin aşkına!”

Dumbledore kaşlarını çatıp delici mavi gözleriyle beni süzdü.

“Lütfen benimle gelin, Miss Eldrid.” İçimde büyüyen heyecanla, Dumbledore’un genç versiyonunu takip etmiştim.

Seçmen Şapka’nın oyununda başarısız olduğumu biliyordum ama umurumda değildi. Hogwarts’tan başka okullar da vardı. O an sadece bunları düşünüyordum.

Dumbledore beni geniş koridorlardan geçirirken kendimi tırnaklarımı yememek için zor tutuyordum. Aklımın bir köşesi ‘Ya oyun değilse?’ diye çınlayıp dururken bunu yapmak çok da kolay değildi.

Dumbledore bir kartal heykelinin önünde durup,

“Felix Felicis.” Diye mırıldanınca heykel yavaşça dönmeye başlayıp bizi yukarıya çıkaracak merdivenleri gösterdi.

Dumbledore ile birlikte taş merdivenlerden çıkarken aklımdan en kötü ihtimalleri geçirmeye çalışıyordum. Neyse ki Dumbledore beni bir düello salonuna falan getirmemişti. Girdiğimiz oda gösterişli ve kitaplarla doluydu. Girişte bizi karşılayan bir masa ve odanın bütün duvarlarında tablolar vardı. Tablolar beni görünce dikkatle süzmeye başlamışlardı. Masada oturan yemekte de gördüğüm yaşlı adamı daha sonradan fark etmiştim.

Kafamı çevirip Dumbledore’a baktım. Beni neden bu adama getirdiğini anlamamıştım. Gerçi o an hiçbir şey anlayacak durumda değildim.

“Merhaba, Dippet.”

“Dumbledore!” Dippet denen adam bizi yeni fark etmiş olmalıydı ki başını kaldırıp neşeyle cıyakladı. Daha sonra, sanırım beni fark ettiğinden gülümsemesi biraz solmuştu.

Dumbledore beni öne itti.

“Miss Eldrid’in söylemek istediği birkaç şey var sanırım.” 

Adamın konuşmasına izin vermeden,

“Siz de kimsiniz?” dedim kaşlarımı çatarak. “Dumbledore neler oluyor? Burası müdür odası değil mi? Neden o adam orada oturuyor? Neden buradayım? Merlin aşkına pes ediyorum, tamam mı? Tek istediğim geri dönmek!”

Tek nefeste bu kadar konuşabilmiştim. Ağlamamak çok zordu. O zamanlar bana işkence ettiklerini düşünmüştüm. Dumbledore beni omuzlarımdan tutup müdür masasının önündeki koltuklara yönlendirdi ve karşıma oturdu.

Dippet ise gözlerini bana dikilmiş halde kaşlarını çatarak bakıyordu.

“Neden sakin olup baştan anlatmıyorsunuz, Miss Eldrid?” dedi ince sesiyle.

Yine de onu görmezden gelip Dumbledore’a döndüm.

“1980 yılında doğdum.” Diye başladım sakince. “1991 yılında Hogwats mektubumu aldım ve bu sabah Hogwarts Ekspresi ile diğer öğrenciler gibi okula geldim. Seçmen Şapka’yı başıma geçirmeden önce her şey son derece normaldi. Sonra Şapka ‘1937’ diye bağırdı ve kendimi burada buldum.”

Şaşkın ifadelerle beni süzen iki yetişkine baktım. “Bunun Seçmen Şapka’nın bir oyunu olduğunu biliyorum, pes diyorum. Hogwarts’ta okumayacağım.

“Seçmen Şapka oyunlar oynamaz, Miss Eldrid.” Dedi Dippet.

Umutla Dumbledore’a döndüm, umutla ona bakıyordum.

“Sanırım, Müdür Bey haklı, Amelia.” Dedi Dumbledore ama aklına takılan bir şeyler olduğunu biliyordum.

“Müdür Bey mi?” dedim, çıldırmanın eşiğinde.

Dumbledore bunu anlamış gibi temkinli bir sesle,

“Miss Eldrid-“ diye söze başlamıştı ancak tabii ki ilginç olaylar zinciri bitmemişti.

Odanın ortasında benim küçük bir çığlık atmama neden olan bir ateş topu belirdi ve birkaç saniye sonra alevler yerini kırmızı bir Anka kuşuna bıraktı.

Aslında o zamanlar elimde bir fotoğraf makinesi olmasını ve o anı kaydedebilmiş olmayı çok isterdim.

Dumbledore kaşlarını çattı.

“Fawkes?” dedi şaşkın bir sesle.

Kızıl Anka uçarak ayağındaki mektubu müdür masasına bıraktı ve acelesi varmış gibi hızla yeniden bir ateş topuna dönüşüp ortadan kayboldu.

Ve bunun hemen arkasından masaya bırakılmış çığırtkan havalandı ve beni o anda Ruh Emici öpücüğüne mahkum edilmiş biri gibi hissettiren konuşmasını yaptı.

“Dippet! Albus!” dedi 64 yıl sonraki Dumbledore’un sesi. Sonra mektup bana döndü. “Amelia Jane, görüşmeyeli çok uzun zaman olmuştu.”

“Merlin, herkes bunu söylüyor.” Diye söylendim.

“Şu an ‘Merlin, herkes bunu söylüyor.’ Diye mırıldanıyorsunuz, Miss Eldrid. O zaman bunu söylediğinizde bunu anlamamıştım ancak şimdi gayet mantıklı geliyor. Sanırım sizi oraya göndermeden önce Seçmen Şapka da aynısını söyledi.”

“Nihayet birisi mantıklı konuşmaya başladı, bana yardım etmelisiniz profesör.” bir mektupla konuştuğumun bilincinde değildim. Dippet ve kısa sakallı genç Dumbledore bana anlamını çözemediğim bakışlar atıyorlardı.

“Miss Eldrid, bir mektupla konuştuğunuzu üzülerek hatırlatmak zorundayım.” Dedi yaşlı Dumbledore sesinde ufak bir gülümsemenin tınısıyla. “İzin verin açıklayayım.”

Gözlerimi devirip Dumbledore’un konuşmasını bekledim. Ne Dippet ne de genç Dumbledore seslerini çıkarmadılar. Yaşlı Dumbledore konuşmaya devam etti:

“Şu an 1937 yılındasınız, Miss Eldrid ve hiç kimse bir anda ortadan kaybolduğunuzu ya da bir anda belirdiğinizi fark etmedi. Bu, Seçmen Şapka’nın bir oyunu, ama sandığınız şekilde değil. Ve, üzgünüm ama orada kalacaksınız.”

“Ne?!.” Diye bağırdım. “Burada mı kalacağım!?.”

“Lütfen kısık sesle konuşun, Miss Eldrid, genç halim yüksek seslere karşı fazla duyarlı.”

Suratımı buruşturup ellerimi göğsümde birleştirdim.

“Evet, devam edeyim. Seçmen Şapka sizin o zamana ait olduğunuzu düşünüyor ve sizi geri getiremiyorum çünkü benim geçmişimde yer alıyorsunuz ve o zamanki Hogwarts’tan mezun olduğunuzu çok net hatırlıyorum. Geçmişi değiştirme gibi bir yetkim olmadığından sizi geri getirmem mümkün değil. Ancak endişelenmeyin, korktuğunuz kadar kötü olmayacak. Aslına bakarsanız, sizden umutluyum, Miss Eldrid. Ve küçük bir notum var; eğer bir şey isterseniz, sahip olana dek peşini bırakmayın.” Dumbledore derin bir nefes aldı. “Hatırlatmama gerek yok sanırım, gelecekle ilgili şeyleri kesinlikle insanlara söylemeyin ve bu yalnızca üçünüzün arasında kalsın. Şimdiden yaşayacağın problemler için özür dilerim, Albus. Ve senden de Dippet, işiniz hiç kolay olmayacak. İyi akşamlar.”

Mektup masaya düşerken hıh’ladım.

“Yatakhanenize  gitseniz iyi olur.” Dedi Dippet.

“Yatakhane?” diye cıyakladım. “Uyuyabileceğimi mi düşünüyorsunuz?!.”

“Yine de yatakhanenize gitmelisiniz.” Dumbledore ayağa kalktı. “İyi geceler, Dippet.”

“İyi geceler, Albus.” Dippet karamsar bir baş selamı verirken en huysuz tavrımla ayağa kalktım.

O anki hissizliğim sanırım ‘Altüst olmak.’ Şeklinde tanımlanırdı.

“Üzgünüm profesör ama gelecekteki halinizden nefret ediyorum.” Dedim Dumbledore beni merdivenlerden aşağı yönlendirirken. “Beni burada bırakamazsınız, Merlin aşkına, daha 11 yaşındayım! Bunlarla başa çıkamam!”

“En azından 64 sene daha yaşayacağım,” diye mırıldandı Dumbledore. “Siz de okuldan mezun olabileceksiniz. Bakın, güzel haberler de var.

“Ya, ne demezsiniz.” Elimden gelen bütün mızmızlığı yaparken ‘başıma daha ne gelebilir ki?’ diye düşünüyordum.

O geceden sonra hayatım daha da kötüye gitmişti, inanabiliyor musun? Daha da kötüye. Tabi, bunda benim de biraz katkım olabilirdi. Sonuçta benimle konuşan herkesi gelecekten geldiğimi söyleyerek aşağılıyordum. Bu bir ay boyunca, sonunda İksir profesörümüz Horace Slughorn tek başımıza ‘felaket’ olduğumuzu söyleyip bizi gruplar halinde çalıştırmaya karar verene ve ben de O’nunla tanışana kadar insanların bana Amy the Crazy diye seslenmelerine bile alışmıştım. Ama Ortak Salon’da büyük sınıfların kafalarında çıkardığı uzaylı antenleriyle taklidimi yapıp gülüşen kızlara asla alışamayacakmışım gibi geliyordu.

Neyse, biraz da O’ndan bahsedeyim. Zaten benim hikayem tamamen O’nunla ilgili.

O’na ilk kez dikkatli bakışım Slughorn’un dersinde olmuştu.

İkimiz de en arka sıralarda tek başımıza oturuyorduk. Profesör Slughorn sınıfa girip artık gruplar halinde çalışacağımızı söylemişti.

“Hey, siz! Arkadan tek oturanlar.” Diye seslenmişti. “Siz de bir grup olacaksınız.”

İkimiz de başımızı kaldırıp birbirimize baktık. Gri gözlerimle ona, ‘Hadi yanıma gel.’ Diyordum. O da bana mavi gözleriyle, ‘Hayır, sen gel.’ Diye cevap veriyordu.

Slughorn araya girmese bütün ders o şekilde inatlaşabilirdik.

“Ne bekliyorsunuz?” Slughorn sertçe seslendi.

“Yanıma gelmesini!” İkimiz de aynı anda konuşmuş, sonra yeniden birbirimize dönüp sinirle bakışmaya devam etmiştik.

“Merlin aşkına! Ortadaki sıraya oturun!”

Tüm Slytherin ve Ravenclawlar kıkırdarken dalga konusu olmaya alışmış bir şekilde kitaplarımı alıp ortadaki sıraya oturdum.

Benim aksime O, kıkırdayanlara nefretle bakıyordu.

Aslında o an bunu bilmiyor olsam da, daha sonra bu bakışın, daha sonradan cezalandıracağı insanların yüzlerini aklına kazırkenki bakışı olduğunu öğrenecektim.

Slughorn tahtaya iksir malzemelerini yazarken başımı çevirip onu incelediğimi hatırlıyorum. Siyah saçları özenle taranıp sol yanına yatırılmıştı. Normalde bu saç modelini çok antika bulsam da –zaten antika bir zamanda yaşadığımı fark edemediğimden.- ona çok yakıştırmıştım. Ve sanırım dikkatimi çeken bir başka noktaysa benimle hiç dalga geçmemiş olmasıydı.

Ders boyunca dikkatle Slughorn’u dinlemiş ve kendine göre notlar almıştı. Yaptığımız iksir, yani yaptığı iksir de kesinlikle mükemmeldi. Yani tek eksiği konuşmuyor olmasıydı.

Slughorn iksirimizde dolayı Slytherin’e 25 puan verdikten ve o tatminle gülümsedikten sonra nihayet konuşma cesaretini bulabilmiştim.

“Ben Amelia Jane.” Dedim yüzümde bir gülümsemeyle.

Mavi gözlerini bana çevirip ifadesiz bir yüzle baktı.  “Kim olduğunu biliyorum.” Dedi umursamaz bir tavırla.

Kaşlarımı çattım. “Sanırım nezaketen adını söylemen gerekiyor.”

O sırada Slughorn dersin bittiğini duyurmuştu.

Kitaplarını topladı ve bana bakmadan ayağa kalktı. Aslında cevap vermeyeceğinden emindim ama O, beni şaşırtarak sınıfın kapısına yönelmeden önce mavi gözlerini grilerime dikti ve ismini söyledi.

 

“Tom Riddle.”