Actions

Work Header

Rating:
Archive Warning:
Fandom:
Additional Tags:
Language:
Türkçe
Collections:
Turkfanfiction
Stats:
Published:
2016-12-07
Words:
4,688
Chapters:
1/1
Hits:
14

Reenkarnasyon

Summary:

''Sen nerede yaşıyorsun?'' diye sordu genç kız.

Oğlan gökyüzündeki bir yıldızı gösterdi.

''O yıldızı en iyi gören yerde sevgilim.''

Kız başını oğlanın omzuna yaslarken gülümsedi.

''Ne olursa olsun mesafeler aşka engel değildir, değil mi?''

Onlar birbirlerini kaybettiler. Şimdi tekrardan buldular. Bu sefer kaderlerini değiştirip kavuşabilecekler mi? Aralarındaki dağları aşabilecekler mi?

Genç kız kitaplarını toplamaya çalışırken söylendi.

''Sana geçen karşılaşmamızda önüne bakmanı söylemiştim!''

Oğlan güldü.

''O kadar asisiniz ki geçmiş hayatınızda bir prenses olduğunuza eminim.''

''Aman ne komik. Anlaşılan sen de bir şaklabandın. Yok yok. Şöyle diyeyim: Önceki hayatında bir prens olmadığına eminim.''

''Asla bilemezsin. Belki çok hoşlandığın biriydim.''

''Serseri.''

''Asi.''

Notes:

Arşivist görevindeki Glenien'den not: Bu hikaye daha önce, artık kapanmış olan Turkfanfiction.net'te yayınlanmıştır. Sitede kalan hikaye arşivini korumak için, Türkfanfiction.net olarak Kasım 2016'dan itibaren, AO3'ün Open Doors (Açık Kapılar) projesi kapsamında, sitede bulunan tüm hikaye arşivini AO3 koleksiyonuna taşımaya başladık. Bu haberin duyurusu çeşitli kanallarda yapıldı, ancak size ulaşmamış olabilir. Bu yazarı tanıyorsanız veya bu yazar sizseniz, hikayeyi üzerinize geçirmek için lütfen profil sayfamdaki e-mail adresini kullanarak bana ulaşın.

Work Text:

 

 

ORTAÇAĞ'DA TARİH SAYFALARINA GEÇEMEMİŞ KAYIP BİR KRALLIKTA

Genç kız sinirle neşeli melodilerin yükseldiği balo salonundan ayrıldı. Ailesinin herhangi bir prensle dans etmediği için ona attığı baskıcı bakışlardan bunalmıştı artık.

Meşalelerle aydınlatılan koridorda yürümeye başladı. Merdivenlere yakın bir yerde karşılaştığı balkona hiç düşünmeden çıktı ve ılık yaz havasının yüzüne çarpmasına izin verdi. Ruhu daralıyordu. Saraydaki hiç kimse onu anlamıyordu.

Demirlere yaklaştı. Çimen yeşili balo elbisesine aldırmadan bacaklarını demirlerin üzerinden attı ve prenseslere hiç yakışmayacak şekilde demirlere oturdu. Dışarıdan bakınca intihar etmeye çalışıyormuş gibi görünüyordu. Neyse ki herkes baloda çeşitli uğraşlarla meşguldü.

Örgü topuzundan dışarı inatla çıkan perçemleri hafif rüzgarla hareket ediyordu. Saray görevlilerinin sarı saçlarını örgü topuz yapmaları belki de iki saatlerini almıştı. Ama anlaşılan ömrü pek uzun değildi.

Yaprakların birbirlerine çarparak hışırdamaları ve gececi bazı kuşların ötüşleri dışında dışarıya sonsuz bir sessizlik ve huzur hakimdi. Hep öyle bir yerde yaşamayı dilemişti. Hiçbir şeyi umursamak zorunda olmadığı bir yer istiyordu.

Sessizliği balkona yaklaşan telaşlı ayak sesleri böldü.

''Demek salonda olmadığımı fark ettiler.'' diye düşünen prenses hınzırca sırıtıyordu.

Ayak sesleri tam balkonun girişinde durdu. Genç bir erkek sesi konuşmaya başladı:

''Şey....balo var?''

Genç kız başını biraz yana çevirdikten sonra yan gözle çocuğu inceledi bir süre. Bir asil olmalıydı. Oldukça şık giyinmişti. Siyah düz saçları özenle taranmış, boynuna bir fular bağlanmıştı. Ondan üç-dört yaş büyük görünüyordu. Masmavi gözleriyle onu dikkatle süzüyordu.

''Evet. Baloyu ailem düzenliyor.'' dedi kız gülümseyerek. Çocuğu hala yan gözlerle süzüyordu.

Genç adam ilk şoku atlattıktan sonra hiçbir şey demeden kızın oturduğu şekilde yanına oturdu.

''Pek eğlenmiyorsunuz galiba?''

Kız omuz silkti.

''Eğlenecek bir şey yok. Kraliyet ailesinin düzenlediği tipik bir balo işte. Eğer ilk defa geliyorsanız çok hoşunuza gidecektir. Fakat ben ne kraliyeti ne de onun düzenlediği baloları sevmem.''

''Ciddi misiniz? Çoğu insan kraliyet balolarından dünyadaki en güzel şeymiş gibi bahseder.''

''Evet. Sevmem. Zaten kraliyet elini-kolunu bağlayan bir zincir olmaktan başka neye yarar ki? Kendimi bazen boynuna tasma takılmış, sahibinin peşinden sürüklenen bir evcil hayvan gibi hissediyorum.''

Genç adam, kızın söylediği şeylerin ağırlığını düşünürken sustu. Prenses devam etti.

''Bir de ailem var tabi. Aramızda kalsın onlar sürekli 'herhangi bir' prensle dans etmem için ısrar ederler. Tanımadığım biriyle neden dans edeyim?''

O da bir süre sustu. Hiç tanımadığı birine ne çok şey anlatmıştı. Ama onu saraydaki herkesten daha yakın buluyordu kendine. Belki de sakin ifadelerinden öyleydi. Belki de önceki gecenin uykusuzluğu başına vurmuştu.

''İsminiz neydi?'' diye sordu genç adam. Sesi tedirgin çıkıyordu.

''Ne kadar çekingen bir prens.'' diye düşünürken cevap verdi:

''Serenity. Prenses Serenity. Belki ismimi duymuşsunuzdur. Anormal davranışlarım yüzünden pek yadırganırım. Sizin?''

''Derrold. Sizin kadar meşhur olduğumu sanmam. Krallığımın başına yeni geçtim.''

Her ne kadar kraliyeti sevmese de bunun anlamını çok iyi biliyordu genç kız. Büyük ihtimalle ailesini kaybetmişti yakın zamanda. Bu balo katıldığı ilk balo olabilirdi.

''Anlıyorum.'' dedi yeniden net olarak görünmese de ileride olduğunu bildiği ormana gözlerini dikerek.

Birkaç saniye sonra Prens yanından kalktı ve nazikçe sordu.

''Acaba benim gibi buraya yabancı birine yardımcı olur muydunuz?''

Serenity bunun ne anlama geldiğini biliyordu.

''Sanırım salona geri dönmek zorundayım.'' diye mızıldanırken çocuğun ona doğru uzattığı elini tuttu.

Daha sadece on beş dakika önce terk ettiği salona doğru aynı koridorları adımlıyordu. Biliyordu ki kapıyı açar açmaz bütün başlar ona çevrilecekti. Çünkü başına buyruk asi prenses gerçekten de o yaşına kadar hiç kimseyle dans etmemişti. Bu yüzden çoğu kişi kraliyet ailesine asi prenses konusunda hak veriyordu. Prenses ise ailesinin en sonunda dayanamayıp onu saraydan sürmeleri için her gün içinden dua ediyordu.

Altın işlemeli geniş kapının önüne geldiklerinde içeriden nazik müzik sesleri yükselmeye devam ediyordu. Konukların konuşmaları ve kahkahaları da o müziğe eşlik ediyordu.

''Biraz bekleyelim.'' dedi kız. ''İçeri girer girmez herkes bana dönecek. O yüzden yeni müzik başlarken girmek çok daha mantıklı.''

''Gerçekten de daha önce hiç kimseyle dans etmediniz mi?''

Prenses zümrüt yeşili gözlerini, karşısındaki genç adamın safir mavisi gözlerine dikti.

''Hayır. Oldukça başına buyruk biriyimdir ve ailem bir konuda çok ısrar ettiğinde onların istediğinin tam zıttını yaparım. Bu da onların çok ısrar ettiği bir konu.''

Muhtemelen Prens nasıl bir deliye çattığını düşünüyordu. Ama Serenity dünyadaki gelmiş geçmiş en tuhaf prenses olduğunu düşünenlere katılmıyor değildi. Bu yüzden ne düşündüğünü tahmin ettiği Prens'i yargılamıyordu.

Sonunda müzik bitip salondan yeni bir melodi yükselmeye başladığında Serenity kapıyı iterek açtı ve tahmin ettiği gibi bütün bakışlar ona yöneldi.

Prens Derrold ile birlikte çoktan çiftlerin yerlerini aldıkları geniş alana girdiler. Serenity herkesin bakışlarının üzerinde olmasına lanet okuyarak çocuğa döndü. Müzik yarım kaldığı yerden çalınmaya başlandığında onlar da hem dans etmeye hem de sohbet etmeye başlamışlardı.

''Anlaşılan ilk balonuz?'' diye sordu onaylatmak istercesine.

''Evet. Son zamanlara birçok üzücü şey oldu ve kendimi krallığın yönetiminden sorumlu halde buldum.''

''Anlıyorum. Ama tahminimce yaşınız bir krallığı rahatça yönetebilecek kadar var.''

''Yani. Uzun süredir eğitim alıyorum. O kadar da olsun.''

Genç kız güldü. Çok nadir gülen prenseslerini o halde gören herkes yeniden genç çifti izlemeye koyulmuşlardı. Serenity isminin anlamına uymayacağını bilse de dönüp onlara başlarını başka tarafa çevirmelerini haykırmak istiyordu. Kendini zorla zapt ederek yeniden dans etmeye odaklandı.

''Aslında daha önce dans etmenin bu kadar eğlenceli olduğunu düşünmemiştim.'' dedi kraliyet usulü dansa sakince devam ederek.

''Ben de. Daha önce ailemin ısrarlarını dinleyip gelmeliydim sanırım.''

''Bana ısrar ettiklerinde ben o şeyi hiç yapmam.''

''Asisiniz herhalde.''

''Ben dünyanın gördüğü en asi prensesim.'' diye cevap verdi yaramazca sırıtarak.

Serenity o gecenin hiç bitmemesini dilerdi. Ama dilekleri gerçekleşiyor olsaydı o anda kraliyet denen kelepçeden kendini kurtarmış olurdu.

Yarın sabah prenseslere layık yatağında uyandığında hala dün gecenin nazik sıcaklığı sarıyordu onu. O gece hayatının en eğlenceli balosuna katılmıştı.

Yatağından kalktı ve bin bir çeşit model ve renkte elbiselerle tıka basa dolu dolabını açtı. Bir süre elbiselerini gözden geçirdikten sonra bebek pembesi, şirin bir elbiseyi aldı. On dördüncü doğum günü hediyesiydi fakat onu bir kez bile giymemişti. Çünkü genelde somurtmakla meşgul olurdu. Ve somurtanlara bebek pembesi hiç de güzel gitmiyordu.

Beş dakika sonra üstünü değiştirmiş, sarı saçlarını dağınık topuz yapmıştı. Bir süre aynadaki aksini inceledikten sonra neşeyle kahvaltı salonuna girdi.

''Herkese günaydın!'' diye kahvaltı salonundakileri selamladığında hizmetçiler bile ona dönmüştü.

''İstediğiniz kadar uğraşın, bugün moralimi bozamazsınız.'' diye düşünüyordu kahvaltı masasındaki yerine otururken.

''Serenity, iyi misin?''

''Evet. Daha önce hiç bu kadar iyi olmamıştım anne.''

''Dün geceki çocuk kimdi?'' diye sordu kral yargılayıcı bir ses tonuyla.

''Dün geceki? Şey bir prens.''

''Serenity tanımadığın insanlarla dans etmemelisin!''

''Aşk olsun baba. Sen demiyor muydun kiminle dans edersen et, yeter ki et diye?''

Kral ne diyeceğini bilemezken kraliçe kıkırdıyordu. Serenity saçları tamamen beyazlamış annesine dönüp göz kırptı.

''Konu bu değil!''

''Ne?''

''Tanımadığın insanlara çok çabuk güvenmemelisin.'' diye başlayan nutuk devam ederken Serenity kahvaltısını bitirmiş, dışarıya çıkmaya hazırlanıyordu.

''Nereye?'' diye sordu annesi. Anlaşılan kızının hep sarayda kalıp gününü somurtarak geçirmesine oldukça alışmıştı.

''Dışarıya. Bugün hava çok güzel, değil mi?''

Ve kimsenin bir şey demesine izin vermeden eski kraliyet üyelerinin portrelerinin bulunduğu koridorun sonundaki merdivenden arka bahçeye yöneldi. Sarayın etrafındaki en sakin yer orasıydı ve çeşit çeşit çiçeklerle dolu olması onun mis gibi bir kokuya sahip olmasını sağlıyordu. Serenity oradayken hep dünyanın tamamı çiçeklerle dolu olsa tüm insanları sakinleştireceğini ve bitmez tükenmez kavgaların son bulacağını düşünürdü.

Bahçedeki en yaşlı ağacın dibindeki gölgeliğe oturduğunda dün geceki çocuğu düşünüyordu. İsmini biliyordu ama sadece ismini bilmek hiçbir konuda yeterli değildi. Acaba nerede yaşıyordu? Hangi kraliyet ailesindendi? Aklı bunun gibi sorularla meşguldü. Neyse ki zaman hızla geçiyordu ve aklındaki bu sorular hızla cevap buluyordu.

Bir yıl kadar sonra bir gece odasındaki balkonun camına vuran gaga sesleri uyanmasına neden oldu. Prens Derrold'la tanışalı neredeyse bir yıl olmuştu ve kısa bir süre sonra çıkmaya başlamışlardı. Şimdiyse krallığa gergin bir ortam hakimdi. Bir şeyler oluyordu ama bunlar iyi şeyler değildi.

Balkonun kapısını açtı ve camı gagalayan kar beyazı güvercini eline aldı. İçeri girdikten sonra onu dinlenmesi ve biraz yemek yemesi için ayağındaki mesajı aldıktan sonra odasındaki kafese koydu.

Elleri heyecandan titrerken kağıdı açtı ve Prens'in özenle yazdığı mesajı okumaya koyuldu.

''Serenity. Krallıkta bir şeylerin ters gittiğinin dikkatinden kaçmadığına eminim. Baban krallığıma savaş ilan etti. Ben bir kralım ve ordumun başında savaşa katılmam gerekli. Eğer gelebilirsem seni salı günü, her zamanki yerimizde bekliyor olacağım.''

Serenity elindeki kağıt yavaşça yere düşerken kendini yatağa attı. Babası yapacağını yapmıştı. Uzun zamandan beri bir savaştan şüpheleniyordu. Çünkü silah imalathaneleri son zamanlarda gece gündüz demeden silah üretiyordu.

Gözlerinden yaşlar süzülürken yüzünü yastığına bastırdı. Babası dünyadaki tek mutluluğunu elinden almaya çalışıyordu. Neden? Neden bu kadar kalpsizdi? Son zamanlarda yüzünün gülmesine sevinmesi gerekirken neden onu bu kadar mutlu eden şeyi elinden almaya çalışıyordu?

Gözlerini sildikten sonra ağlamamaya çalışırken yere düşürdüğü kağıdı eline aldı. Ailesinin görmemesi için odasını loş bir ışıkla aydınlatan mumun yanına gidip onu yakmaya hazırlanırken,

''Belki de bu yazıyı bir daha göremeyeceğim.'' diye düşündü acıyla. ''Belki de yüzünü bir daha göremeyeceğim.''

Kağıt mumun alevinde nazikçe yanarken Serenity ruhunun da yanmakta olduğunu hissetti. O da ateşler içinde kıvranıyordu. Bütün gece yastığına sarılı bir şekilde, gözleri tavana dikili, yatağında oturdu. Sabah hizmetçiler içeri girdiğinde şok içinde bir süre genç kıza baktıktan sonra telaşla konuşmaya başladılar:

''Majesteleri, siz iyi misiniz?''

Genç kız ifadesiz bakışlarını onlara diktiğinde perdeleri çekmekle uğraşan hizmetçi, kapıda dikileni kraliçeyi çağırmaya yolladı.

Birkaç dakika sonra kraliçe apar topar Prenses' in odasına girdiğinde hizmetçi açıklamaya koyuldu.

''Kraliçem, odaya girdiğimizden beri öylece oturuyor. Hiçbir tepki vermedi. Bakışları da öyle tepkisiz ki! Akıl sağlığını kaybettiğinden endişeleniyoruz.''

''Sonunda deli damgası da yedim.'' diye düşünen Serenity hiçbir tepki vermemekte kararlıydı.

Annesi yavaşça yatağa yaklaştı ve kızının yanına oturduktan sonra hizmetçilere gitmelerini işaret etti.

''Serenity, neyin var? Yalvarırım söyle annene.''

Kız hiçbir tepki vermedi.

''Serenity, lütfen. Anne- kız biraz dertleşelim. Baban canını mı sıktı? Hasta mısın? Neye bu kadar üzüldün?'' diye ısrar etti yastıktaki ıslaklıklara işaret ederek. Sonra kafesteki güvecini görüp, ayağa kalktı ve sordu.

''Ne zamandan beri güvercinin var? Ne şirin bir şey. Eğitilmiş mi?''

Serenity bir şey demeden güvercini annesinin elinden aldı. Nazikçe sarıldıktan sonra balkona çıkıp onu serbest bıraktı. Bu da bir mesajdı. 'Burada işler biraz karışık. Elimden geleni yapmaya çalışacağım.' tarzı bir anlamı vardı.

Yine aynı ifadesiz yüzle yatağına oturdu. Kraliçe artık dayanamıyor gibi görünüyordu. Kızını alnından öptükten sonra bir hışım odayı terk etti. Serenity sarayın içinde kızılca kıyamet kopacağını hissediyordu. Ama artık umurunda değildi. Hiçbir şeyin canını yakabileceğini düşünmüyordu.

Annesinin babasının yanına gittiğini biliyordu. Her ne kadar odasından ayrılmak istemese de üzerine açık mavi bir elbise geçirip, kralın vaktinin çoğunu geçirdiği çalışma odasına yöneldi. İçeriden bağrışmalar geliyordu.

''Sonunda yapacağını yaptın!'' diye bağırdı öfkeyle kraliçe. ''Sonunda delirttin kızımı. Hiçbir şey konuşmuyor. Hepsi senin davranışların yüzünden. Bir kere kızının ne hissedeceğini düşünmedin.''

Bir tokat sesi tüm odada yankılanıp koridora kadar geldi. Serenity olduğu yerde donup kalmıştı.

''Babam, anneme tokat attı!''

Bu sefer babasının öfkeli sesi yükseldi.

''Yeter be! Bu kadar incinecekse elin tanımadığı çocuğuna aşık olmadan önce düşünecekti bunları!''

''Benim Derrold' dan hoşlandığımı nereden biliyor?''

''Ben onun iyiliği için yapıyorum her şeyi! Ona aşık olurken dikkat etmesi gereken şeyleri öğretmeye çalışıyorum.''

''Aşk öğrenilmez.'' dedi annesi sertçe. ''Ama sen bunu anlayamayacak kadar taş kalplisin!''

Kraliçe kapıya yöneldiğinde genç kız odasına doğru koşar adım ilerlemeye başladı. Kraliçe girmeden önce eski pozisyonuna girme vakti olmuştu. Yine geceliğiyle yatağında oturuyordu.

Annesi içeri girdiğinde kızına sıkıca sarıldı ve bir yandan ağlarken.

''Özür dilerim.'' dedi. ''Özür dilerim bir tanem.''

Salı gecesi herkes yatağına çekildiğinde Serenity, normal haline döndü ve gece mavisi bir elbise giyerek saçlarını bol örgülü topuz yapıp, kraliyet üyelerinin portrelerinin asıldığı yarı karanlık koridoru geçti. Nöbetçilere dikkat ediyordu çünkü Prenses' in gece yarısı dışarıya çıkması dikkatlerini çekebilir, onu babasına söyleyebilirlerdi. Ama Serenity' nin ne olursa olsun Derrold'ı görmesi gerekiyordu.

Sessiz ama hızlı adımlarla merdivenden indi ve ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladı. Beş dakika sonra geniş bir açıklığa vardığında sırtını yaşlı bir ağacın gövdesine dayayıp beklemeye başladı. Dakikalar, belki saatler geçiyor, Prens ortalıkta görünmüyordu. Kalbi göğüs kafesinin içinde can çekişmeye başlarken ''Gelecek.'' diye kendini teselli etti. Ama Ay'ın gökyüzündeki konumu değiştikçe tedirginliği artmaya başlamıştı. Birkaç saat sonra gün doğacaktı. Birkaç kez derin derin nefes alıp kendini sakinleştirmeye çalıştıktan sonra bunun faydasız olacağına karar verip dolan gözleriyle birlikte yere oturdu.

''Gelmeyecek. Onu bir daha göremeyeceğim.''

Ellerini çimenlere dayadı. Gözyaşları artık toprakla buluşuyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Onu son kez görme fırsatını da elinden kaçırmıştı. O capcanlı mavi gözlerini, nazik gülümseyişini bir daha göremeyecekti. Bir süre sonra kuzgun karası saçlarını tarayış biçimini de unutacaktı. Belki bir gün bunlar uzak birer anıdan ibaret olacaktı. Eğer Derrold giderse babası kesinlikle onu kendi istediği biriyle evlendirecekti. Ve bu kızın sonu olacaktı. Öyle bir şey yapmaya kalkarsa kız adı gibi biliyordu ki canına kıyacaktı. Babası onu da kaybetmeyi çoktan göze almış ve kaybetmişti.

Yaklaşan çizme sesleri kızın hıçkırıkları arasında kaybolurken tam arkasından bir ses sordu:

''Böylesine güzel bir prensesi, bu geç saatte ağlatmaya cüret eden de kim?''

Serenity, duyduğu ses karşısında kısa bir şok geçirirken ayağa kalktı. Arkasını dönüp az önceki soruyu soran kişiyi gördüğünde gözleri dolu dolu oldu.

''Derrold!'' dedi çocuğun boynuna atılırken. ''Seni bir daha göremeyeceğimi sanmıştım. Gittiğini sanmıştım.''

Genç Prens kollarını nazikçe kıza sararken fısıldadı.

''Seni görmeden gidemezdim.''

Bir süre sonra, Serenity çocuğun onu saran kollarında endişeyle konuşmaya başladı.

''Gitmeni istemiyorum. Seni öldürürler Derrold. Sağ bırakmazlar. Birbirimizi sevdiğimizi biliyorlar.''

''Nasıl? Hiçbir ipucu bırakmamıştık.''

''Bilmiyorum. Korkarım bize yakın olan birileri söylemiş olmalı. Geçen gün kızılca kıyamet koptu.''

Genç adam savaş konusuna geri döndü. Anlaşılan zamanı yoktu.

''Beni asıl endişelendiren babanı öldürmek zorunda kalabilecek olmam.''

Kız umursamaz bir ses tonuyla konuştu.

''Umurumda değil. Eğer karşına çıkarsa öldür. Canımı onun kadar kimse yakmadı.''

Çocuk aniden kızı kendinden uzaklaştırdı.

''Öyle söyleme.'' dedi. ''O senin baban. Onu öldüremem.''

''Onun nasıl biri olduğunu bilmiyorsun! Anneme neler yaptığını bilmiyorsun! Bana neler yaptığını bilmiyorsun! Canımı o kadar yaktı ki! Seni de öldürmesini istemiyorum.''

Genç adam şefkatle kıza baktı.

''Artık gitmem gerek.'' dedi. ''Daha fazla geç kalmamalıyım. Hoşça kal.''

''Hemen mi?''

''Çok fazla vaktim yok. Savaş ne zaman başlar bilmiyorum.''

Genç kız aslında ona biraz daha kalması için ısrar etmek istiyordu. Onunla daha çok vakit geçirmek istiyordu. Ama sustu. Onu bir daha göremeyeceğini düşünse de sustu. Genç adamı yolundan çevirmek istemiyordu.

''Geri gelecek misin?''

''Savaşa gidiyorum.'' dedi Prens acı acı gülümseyerek. ''Asla bilemezsin.''

''Ne olursa olsun seni bekleyeceğim. Babamın sağ kalıp kalmaması da umurumda değil.''

''Serenity lütfen.''

''Tamam, iyi! Ama sakın ölme.''

''Denerim.''

O andan sonra ayrıldılar. Belki bir daha asla yolları kesişmeyecekti. Asla yüz yüze gelmeyeceklerdi. Bu düşünce içine öküz oturmasına sebep olurken aklını bu konudan uzaklaştırabilecek hiçbir şey yoktu. Meşalelerin loş ışığında geldiği yolu geri dönüyordu. Muhafızlar nöbet değiştirirken Serenity bir gölgeye sığınmıştı. Portrelerle dolu koridor pek doğru düzgün aydınlatılmazdı. Ama genç kız onlardan önceki kraliyet üyelerini biraz olsun seçebiliyordu. Kimilerinin yüzünde hiçbir duygu ibaresi yoktu. Kimileri neşeyle gülümsüyordu. Kimileri ortama oldukça hakim olduğunu ifade edecek bir duruş sergilemişti. Bir kraliyet ailesinde farklı özelliklere sahip ne çok insan vardı.

Muhafızlar başka bir koridorda gözden kaybolduklarında Prenses yüzüne duygusuz bir ifade yerleştirdi ve hızlı adımlarla odasına yöneldi. Son zamanlarda çok az uyuyor, ölmeyecek kadar yiyordu. Sürekli tavana bakmak boynunu ağrıttığı için ara sıra önüne de bakmaya başlamıştı. Annesi ve korumaları onun için endişeleniyorlardı. Ama o da yalnız kalmak istiyordu. Ağladığında, gülümsediğinde ya da sinirlendiğinde dikkatleri üzerine çekiyordu. Herkes neden gülümsediği, ağladığı veya sinirlendiği üzerine onu soru yağmuruna tutuyordu. Yalnız kalmak için bulabildiği tek yol buydu.

***************

İki krallığın bayrakları geniş alanın farklı yerlerinde dalgalanıyordu. İki ordu sonunda karşı karşıya gelmişti. Ordudan kimsenin savaşın gerçek sebebi hakkında bir fikri yoktu. Gerçi olsaydı da söz hakları yoktu.

Derrold derin bir iç geçirirken karşısındaki adamı anlamaya çalışıyordu. Serenity' nin dediği kadar vardı. Aklına ne koysa onu yapıyordu. Bu yüzden ne derse desin onu savaştan vazgeçirememişti. Şimdi ortam iyice elektriklenmişti ve savaş başlamak üzereydi.

''Beni öldürmeyi kafasına koymuş olmalı.'' diye düşündü. ''Yapabileceğim tek şey ölmemeye çalışmak.''

Yarım saat sonra iki kral da ordularını yüreklendirmiş, elleri kılıçlarının kabzasında savaşın başlamasını bekliyorlardı. Ama aniden alanın ortasında büyük bir rüzgar başlamış gibi iki taraf da biraz geri çekilmek zorunda kaldı. Alanın ortasına beş kişi ışınlanmıştı. En sağda kızıl saçlı bir kız duruyordu. Üstüne tam oturan kırmızı bir zırh giymişti. Onun solunda kahverengi saçlı bir kız iki orduyu da dik bakışlarla süzüyordu. En solda siyah saçlı bir kız vardı. Yüzü ifadesizdi.

''Ne tuhaf insanlar.'' diye düşünmeden edemedi.

Geriye kalan iki kız da sarı saçlıydı. Birinin saçları omzuna geliyordu ve düzdü. Onun yanındaki ise çok tanıdıktı. Sarı saçları özenle topuz yapılmıştı. Ondan tarafa döndüğünde onun kim olduğunu anladı.

''Serenity?!''

Prensesin orada ne işi vardı? Böylesi tehlikeli bir ortamda ne yapmaya çalışıyordu?

Kral da kızını fark etmiş olmalıydı ki şaşkınlıkla sordu:

''Serenity, burada ne yapıyorsun?''

''Bazı şeyleri düzene koymanın ve taraf seçmenin zamanı gelmişti.''

''Bilmece gibi bir cevap.'' diye düşündü genç adam.

''Serenity, lütfen saraya dön.''

''Dönmeyeceğim. Seni dinlemekten sıkıldım. İlk defa baş kaldırıyorum. Hiçbir yere gitmiyorum.''

''Serenity, burada oyun oynamıyoruz.''

''Evet. Burası oyun alanı değil. Ve sen de istediğin kişileri alana sürükleyip katledemezsin.''

Anlaşılan genç kız son noktasına gelmişti. Kral ısrar ettikçe daha da asabileşti:

''Buraya neden geldin?''

''Biraz konuşalım istedim. Bu savaş neden baba? Durdur artık. Tutunduğum her dalı kesmek zorunda mısın?''

''Senin iyiliğin için yapıyorum her şeyi.''

''Hah! Benim iyiliğim için mi? Benim iyiliğim için mi asla dinlemedin beni? Benim iyiliğim için mi ne hissedeceğimi düşünmeden isteklerini yapmamı söyledin? Baba lütfen. Senin ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum ama yaptığın şey benim yararıma değil kesinlikle.''

Konuşma ilerliyor, ortam gittikçe geriliyordu. En son genç kız dayanamayıp ağlamaya başladı.

''Yeter artık baba! Yeter! Neden sevdiğim herkesi elimden alıyorsun? Neden bu kadar taş kalplisin? Neden kan dökmek, ortalığı birbirine katmak bu kadar hoşuna gidiyor?''

Kral ne diyeceğini bilemez haldeydi. Her zaman bağırıp çağıran sert görünüşlü kızının ağlayacağını hiç düşünmemişti anlaşılan.

''Eğer savaş istiyorsan...'' dedi gözlerindeki yaşları silerek. ''...ben de tarafımı seçeceğim.'' Aniden elinde bir kılıç belirdi ve kız yavaş adımlarla oğlana doğru yürürken. ''Üzgünüm baba. Bunu sen istedin.'' diye fısıldadı.

Bir süre sonra geri kalan dört gizemli kız da onlara katılmıştı. Bundan sonra her şey bir anda oldu. İki ordu birbirine yaklaştığında genç kız ortadan kayboldu. Prens, onun nerede olduğunu bulmaya çalışırken, onu babasına saldırmaya hazırlanırken gördüğünde kalbi duracakmış gibi hissetti.

Kılıcıyla kızın kılıcını engellerken:

''Serenity! Ne yapıyorsun?! O senin baban!''

''Bir baba kızının canını bu kadar yakmaz. Şimdi lütfen izin ver. Çek kılıcını.''

''Olmaz.''

Bundan sonrası kızın açısından daha da korkunçtu. Kılıcıyla kızı engellemeye çalışan oğlan böylece kızla babasının da arasına girmiş olmuştu. Kralın baştan beri tek hedefi vardı. Derrold yüzünü acıyla buruşturduğunda neler olduğu açıktı. Genç kız oğlanı yakalamak için yere çömeldiğinde sırtındaki derin kılıç yarasını da gördü. Oldukça derindi ve kurtarılması imkansızdı. Gerçeğin dehşeti karşısında gözünden yaşlar süzülürken çocuğun başını kucağına koydu.

''Lütfen dayan.'' diye yalvardı ama her şey için çok geç kalındığını biliyordu. ''Sen olmadan ben ne yaparım?''

Savaş alanında iki ordudan askerler ölmeye devam ediyordu. Ama hiçbiri genç kız için önemli değildi. Dünya o anda anlamını yitirmişti. Derrold gitmişti. Onsuz yaşamın ne anlamı vardı ki? Artık sevecen bir şekilde gülümsemeyecek, sarı dalgalı saçlarını okşamayacaktı. Mavi gözleri bir daha asla ışıldamayacaktı. Hemen kenarda kılıcı duruyordu. Evet, yaşamın anlamı yoktu.

''Kararımı verdim. Ölüm bile bizi ayıramaz Derrold. Bu dünyada bir araya gelemedik ama söz veriyorum öbür dünyada seni bulacağım ve yeniden bir arada olacağız.

Derin bir acı tüm bedenini sararken uzanıp çocuğun elini tuttu. Savaş meydanından son bir çabayla uzaklaştırmıştı çocuğu. Hala çığlıklar yükseliyordu alandan. Hiçbir şeye aldırmadan çocuğun yanına uzandı. Gökyüzünde fırtına bulutları toplanıyordu.

''Anlaşılan fırtına geliyor.'' diye düşünürken gözlerini kapadı. Çocuğun elini bırakmadan son nefesini verdi.

İşin en acı kısmı nasıl öldükleri değildi. O kadar gençlerdi ki! Yaşayacakları birçok macera olabilirdi. Üzüntülü ve mutlu anlarını paylaşabilirdi. Ancak kader ne istediyse o olmuştu. Öldüklerinde Derrold on dokuz yaşındaydı, Serenity ise on beşindeydi....

GÜNÜMÜZDE

Genç kız yatağında sıçrayarak uyandı. Yine aynı kabusu görmüştü. Kucağında bir çocuk yatıyordu. Büyük ihtimalle ölmüştü, kımıldamıyordu. Etraftan savaş naraları yükseliyordu. Ruhu derin acıdan bunalırken oğlanın yüzünü seçmeye çalışıyordu. Ama ortama hakim olan sis perdesi yüzünden yüzünü net bir şekilde göremiyordu.

Açık mavi nevresimi üzerinden attı. Maviye neden bu kadar tutkun olduğunu bilmiyordu. Gözleri yeşildi. Yeşili sevmesi normaldi ama mavi. Mavi niye bu kadar özeldi ki? Rüyası da gerçeği de saçma sapan olan hayatınıa lanet okuyarak ayağa kalkıp pijamalarını değiştirdi. Pembe zemin üzerine çimen yeşili belli belirsiz çizgilerle bezeli, dizine kadar gelen eteğini giydi. Çimen yeşili bir yerden çekici geliyordu. Ama bu sorunun cevabı da maviyle ilgili olan kadar gizemliydi. Pembe gömleğini giydi. Üzerine de çimen yeşili fularını bağladı. Sarı saçlarını dağınık topuz yaptı ve saçının kenarına pembe bir toka tutturdu. Topuz tutkusu küçüklüğünden beri hiç değişmemişti. Değişik tiplerde topuzları ustalıkla yapmayı iyi biliyordu.

Aşağı indiğinde hizmetçiye sordu:

''Babam çıktı mı?''

''Evet hanımefendi. Babanız çıkalı yarım saat oldu.''

''Peki. Kahvaltım hazır mı?''

Lüks salondaki yemek masasının üstü hemen bin bir çeşit kahvaltılıkla donandı. Genç kız onların çoğunu yemezdi. Ama babası her defasında hepsinden tatması için ona baskı yapardı. Normal olarak bu konudan genç kız bunalmıştı ve asi yapısı sebebiyle babasıyla pek anlaşamazdı. Çoğu zaman yüz yüze bile gelmemeye çalışırdı.

Kahvaltısını yaptıktan sonra kapının yanında duran çantasını kaptığı gibi dışarıya fırladı. Geç kaldığı falan da yoktu. Okula gidip kızların erkek arkadaşlarıyla flört etmesini izlemeyi de düşünmüyordu. On beş yaşında olmasına rağmen Serena kimseyle çıkmamıştı. Hiçbir erkek onun için bir anlam ifade etmiyordu. İçinde bir boşluk vardı. Sanki o boşluğu dolduracak kişi çoktan belirlenmişti. O özel kişiyi bulmaya çalışıyordu. Ama şimdiye kadar karşılaştığı erkeklerin hiçbiri özel değildi. Ve son zamanlarda bu konuda araştırma yapmaktan sıkıldığından erkeklerle ilişkisini tamamen kesmiş, büyük oranda içine kapanmıştı. Etrafında sadece birkaç kız arkadaşı vardı. Erkekler genelde ona asıldığından onları uzaklaştırmıştı.

Küçük bir kafeyle sonlanan sokaktan köşeyi dönerken bir yandan müzik dinliyor, bir yandan gördüğü rüyayı düşünüyordu. On iki yaşından beri o rüya uykularının vazgeçilmezi olmuştu. Her gece aynı rüyayı görüyor, amansız bir baş ağrısıyla sabahları gözlerini yatağında açıyordu. Üç senedir bu böyleydi. Rüyayı görmeye başladığı günden itibaren içindeki boşluk daha belirgin olmuş, bazı sebeplerden dolayı babasıyla ilişkisi bozulmuştu. Evde sadece iki kişi kaldıkları için bu biraz kötüydü. Serena annesini hiç hatırlamıyordu. O biraz büyüdükten sonra annesinin sırra kadem bastığını söylemişti babası. Yıllarını annesinin onu terk etme nedenini düşünmeye harcadıktan sonra nihayet üç sene önce sebebini öğrenmişti. Babası artık ne yaptıysa kadın dayanamayıp, küçük kızını da arkasında bırakmış ve kayıplara karışmıştı. Ama Serena annesinin o büyüdüğünde geri geleceğine inanıyordu. Bu yüzden her yıl doğum gününe biraz daha hevesli giriyordu.

Bir bakkalın, manavın, kasabın, oyun salonunun önünden geçti sırasıyla. Hepsi rengarenk panolara indirimlerini asmış, hevesle müşteri bekliyorlardı. Serena' nın hedefi ise onlardan biraz ilerdeydi. Her sabah uğrayıp yarım saat kadar vakit geçirdiği kafeyi bir arkadaşının ailesi işletiyordu.

Tam kafeye birkaç metre kala kafasını ne olduğu belirsiz bir şeye çarptı ve sırt üstü yere düştü. Düştüğü durumun rezilliğine söylenirken bir yandan kaldırımın ortasında elektrik direğinin ne aradığını düşünüyordu. Daha sonra bunun kendi hatası olduğu kanısına vardı. Sakince telefonunu yerden alıp başını kaldırdığında bir anda bütün sakinliği yok oldu.

Çarptığı kesinlikle elektrik direği değildi. Ondan yaşça büyük gösteren bir oğlana çarpmıştı. Boyu 1.90 mıydı 2 metre miydi kesin olarak bilmese de resmen servi gibi boyu vardı. Genç adam kalkmasına yardım etmek için elini uzatırken genç kız onu tersledi:

''Nereye gittiğine baksana be! Telefonum kırılmış olabilir!''

''Neden tek suçlu benim? Siz de nereye gittiğinize dikkat etmiyordunuz hanımefendi.''

''Ama bende senin kadar boy olsaydı dikkat ederdim! Seni elektrik direği sandım!''

Çocuk güldü.

''Elektrik direği mi? Yolun ortasında mı? Anlaşılan kendinizi telefonunuza çok fazla kaptırmışsınız.''

Serena yüzünü buruşturdu. Karşısındaki çocuk kesinlikle kendini beğenmiş biriydi.

Kendi kendine ayağa kalkarken,

''Umarım bundan sonra yolda yürürken daha dikkatli olursunuz.'' dedi iğneleyici bir ses tonuyla.

''Umarım siz de çarptığınız insanları elektrik direği sanmaktan vazgeçersiniz.''

''Serseri.'' diye düşündü Serena kafeden içeri adımını atarken.

Aynı anda geç adam da kızın ne kadar asi olduğunu düşünüyordu.

''Bir şey ister miydin?'' diye sordu arkadaşı yanına gelip oturarak.

Serena nazikçe reddettiğinde aniden fark ettiği bir şey üzerine ayağa kalktı.

''Serena külotlu çorabın yırtılmış. Ayrıca üstün başın kirlenmiş. Ne oldu?''

''Hiç.'' diye cevap verdi genç kız umursamaz bir tavırla. ''Yolda öküzün tekiyle çarpıştım.''

''Öküz mü?''

''Ah, evet. Bir de bana önüme bakmam konusunda uzun bir nutuk çekti.''

''Kaldırımın ortasında öküz ne yapıyordu?''

''Sen iyi misin? Burada birine çarptığımdan bahsediyordum. Sadece kaba olduğu için öküz dedim.''

''Of ya. Serena kusura bakma. Sabah sersemliği işte. Gidelim mi?''

''Daha var.''

''Olsun. Yeni bir diziye başladım. Biraz ondan konuşuruz.''

Böylece genç kız arkadaşının arkasından erken saatte okula sürüklendi.

Saatler hızla geçti ve gün geceye devretti. Saat on iki gibi Serena elinde alışveriş çantaları evine doğru yürüyordu. Önce arkadaşlarıyla yeni çıkan bir romantik filme gitmiş ardından onlardan ayrılıp biraz alışveriş yapmıştı. Şimdi iki kolu da poşetlerle doluydu. Kiminde son model çantalar, ayakkabılar vardı. Birkaç tane mücevher de almıştı kuyumcudan. Diğerlerinde birkaç tane elbise, üstlük, gömlek, pantolon vs. vardı. Kolları poşetlerin ağırlığını zor taşıyordu.

Evine çıkan yokuşun önüne geldiğinde hemen yanında siyah, lüks bir araba durdu. İçinden çıkan iri yarı, siyah giyimli adamlar üzerine yürümeye başladığında Serena bir şeylerin ters gittiğini anlamıştı. Daha ne olduğunu anlamadan biri onu arkasından yakaladı ve ağzına bir şey tuttu. Soluduğu şey yüzünden bedeni yavaş yavaş uyuşurken Ay'ın hilal pozisyonunda ne kadar güzel göründüğünü düşündü. Sonrasında bütün dünyası karanlığa gömüldü.

*************

Genç adam bir süper marketten yeni çıkmış, aldıklarını arabasına dolduruyordu. Şansına evinin yanındaki market erken kapatmıştı ve o da arabasıyla en yakın süper marketi bulmak için yollara düşmüştü.

Elindeki poşetlerin sonuncusunu da bagaja yerleştirip kapağını kapattıktan sonra ilerdeki kargaşayı fark etti. Siyah bir cip genç bir kızın hemen yanında durmuş ve genç kız ne olduğunu anlayamadan bayıltılmıştı.

''Büyük hata.'' diye düşündü. ''Gece yarısında dışarıda ne işin var?''

Arabasına bindiğinde direk olarak evine sürmesi gerekiyordu. Ama içinden bir ses ona o kızı kurtarması gerektiğini söylüyordu. Bu sesi dinlese de kendi kendine söyleniyordu.

''Deli olmalıyım. Onu tanımıyorum bile. Neden yardım etmek zorunda hissediyorum kendimi? Bu kadar da sorumlu vatandaş olunmaz. Biraz aşırıya kaçıyorum galiba.''

Derrall, siyah cipi takip mesafesindeydi hala. Onlar ilerledikçe sokaklar daha bir ıssızlaşıyor, karanlıklaşıyordu.

Sonunda cip durduğunda Derrall arabasını köşe başında park etti ve arabasından indi. Başına taktığı bere yüzünün ancak bir kısmını gizliyordu ve eğer bulaştığı kişiler mafyaysa başına ileride çok kötü şeyler gelecekti.

Boyası neredeyse tamamen dökülmüş, eski bir evin önüne geldiğinde cebindeki silahını kontrol ettikten sonra,

''Macera başlıyor.'' diye düşündü.

Yarım saat sonra arabasının arka koltuğunda yarı baygın bir şekilde yatan genç kızla trafikteydi. Polis çevirmesine rastgelse ne yapması gerektiğini şimdiden planlamıştı. Başka bir sorun çıkmayacağını umuyordu. Ha, bir de genç kızı dairesine nasıl çıkaracağı vardı. Apartmanın altıncı katında bir dairesi vardı. Genelde asansörü kullanırdı çıkmak için. Şansa bakın ki asansör bozulmuştu ve altı katı da yürümesi gerekiyordu. Apartmandan birilerinin onu kucağında bir kızla gördüklerinde ne düşünebileceklerini aklına getirmek dahi istemiyordu. Bir gün için yeterince belaya bulaşmıştı.

Evine girdiğinde kızı yatağına yatırdı ve lambayı açtı. O daha sabah çarptığı kızdı. Şimdi sessiz sakin uyurken çok şirin görünüyordu. Kendi kendine gülümserken:

''Uyurken o kadar da asi değil.'' diye mırıldandı.

****************

Genç kız yine kabus görüyordu. Yine aynı savaş alanı, aynı naralar, kılıçların birbirlerine ve kalkanlara çarpış sesi. Biraz uzaktan parlayan sarı, kırmızı, yeşil, turuncu ışıklar. Onların ne olduğunu merak ediyordu. Her defasında rüyanın farkına varıp onu sürdürmek istiyordu ama rüya sürekli aynı yerde bitiyordu.

Alana göz gezdirmeye devam etti. İki ülkenin bayrakları rüzgarla belli belirsiz dalgalanıyordu. Sonra kucağındaki oğlana döndü. Yine kımıldamıyordu. Gözleri kapalıydı. Dizlerine kan bulaşırken genç adamın sırtından yaralı olduğunu hatırlattı kendine. Gökyüzünde yine fırtına bulutları toplanıyordu. Hava gürlerken başı zonklayarak uyandı.

Etrafa göz gezdirdi. Evinde değildi.

Başının zonklamasına aldırmadan doğruldu. Neredeydi? En son siyah cipten çıkan iri yarı adamların saldırısına uğramıştı. Sonrası yoktu. Hala onların elinde miydi?

''Günaydın.'' dedi içeri neşeyle giren kuzgun karası siyah saçları olan genç adam.

Tuhaf bir şekilde Serena'ya tanıdık geliyordu.

''Sen sabah çarptığım çocuksun!''

''Dün demek istedin sanırım. Sabah oldu.''

Genç kız başını pencereye çevirdiğinde doğmakta olan güneşin ilk ışıklarıyla karşılaştı. Aniden yataktan kalktı ve çocuğa sert bir sesle sordu:

''Telefonum nerede? Beni sen kaçırtırdın değil mi? Bunu hemen babama söylemeliyim. O ne yapacağını bilir.''

''Bir dakika. Sen beni yanlış anladım galiba. Ben seni kaçırtırmadım.''

''Umurumda değil! Telefonumu ver!''

''Böyle mi teşekkür ediyorsun?''

''Teşekkürün canı cehenneme! Bana telefonumu geri ver.''

Şansına masanın üstünde duran ekmek bıçağını aldı ve çocuğa doğrulttu.

''Veriyor musun? Yoksa kendim mi bulayım?''

''Sen delisin.'' dedi çocuk.

''Evet, belki biraz. Telefonum?''

Çocuk kıza telefonunu verdikten sonra yüzünü kızın yüzüne yaklaştırıp fısıldadı.

''Bilgin olsun diye söylüyorum seni kaçırmaya kalkan o siyahlı adamlarla hiçbir alakam yok. Mümkün olduğunca belaya bulaşmam.''

Serena kalp atışlarının hızlandığını ve yüzünün kızardığını hissederken telaşlıydı. Şimdiye kadar hiçbir erkeğin karşısında bu kadar hızlı atmamış olan kalbi şimdi göğüs kafesini delip geçmek istiyor gibiydi.

Dikkatini başka bir noktaya vermek için çocuğun yüzünü incelemeye başladı. O anda bir şey fark etti.

''Sen rüyamda ölen çocuğa benziyorsun.'' dedi şaşkınlıkla.

Çocuk içten bir kahkaha attı.

''Seni temin ederim ben ölmedim. Kanlı canlı karşındayım.''

Safir mavisi gözlerini Serena'ya dikti ve mırıldandı.

''Eğer merak ediyorsan adım Derrall.''

Genç kız başına saplanan ağrı yüzünden iki büklüm olup yere çöktü. Sanki biri baltayla kafasını yarmaya çalışıyordu.

''Sen iyi misin?'' diye sordu adı Derrall olan genç adam.

''Evet. Sadece telefonumu geri ver.'' diye emretti Serena acıya katlanmaya çalışarak.