Actions

Work Header

Rating:
Archive Warning:
Category:
Fandom:
Additional Tags:
Language:
Türkçe
Collections:
Turkfanfiction
Stats:
Published:
2016-12-20
Words:
5,880
Chapters:
1/1
Hits:
52

Hogwarts Günlükleri

Summary:

Asya Çelebi yaz tatilinde Hogwarts mektubunu alır ve böylece onun maceraları da başlamış olur.

Bir Türk kızının günlüklerine buyrunuz efendim :)

Notes:

Arşivist görevindeki Glenien'den not: Bu hikaye daha önce, artık kapanmış olan Turkfanfiction.net'te yayınlanmıştır. Sitede kalan hikaye arşivini korumak için, Türkfanfiction.net olarak Kasım 2016'dan itibaren, AO3'ün Open Doors (Açık Kapılar) projesi kapsamında, sitede bulunan tüm hikaye arşivini AO3 koleksiyonuna taşımaya başladık. Bu haberin duyurusu çeşitli kanallarda yapıldı, ancak size ulaşmamış olabilir. Bu yazarı tanıyorsanız veya bu yazar sizseniz, hikayeyi üzerinize geçirmek için lütfen profil sayfamdaki e-mail adresini kullanarak bana ulaşın.

Work Text:

 

 

 

Story Notes:

İyi okumalar :)

 


 

 

Author's Notes:

Bursa'da Alacahumma diye bir köy yoktur, ben uydurdum affola :)

Umarım beğeni olur çünkü ben yazarken çok ama çok keyif aldım :)

 


 

 

 

Bu, çok önceden kendi ufacık dünyasında hapsolmuş ama sonra mucizevi, çok mucizevi hayatlara tanıklık etmek için İngiltere'den kalkan bir trene davet edilmiş, 11 yaşındaki bir kızın hikayesidir.

Babam elinde ekmek poşetiyle eve geldiği gün 2006 yılının Temmuz ayıydı ve Bursa'da sıcak bir yaz yaşanıyordu. Neyse ki yazı, Bursa'ya yakın olan Alacahumma köyünde geçiriyorduk ve orada her ikindi vakti serin ve rüzgârlı olurdu.   

Altımda annemin diktiği basma kumaştan şalvar ve üstümde, üzeri salça olmuş tişörtümle dedemden kalma taştan köy evimizin bahçesinde çömelmiş boş boş ot ayıklıyordum. Buralarda arkadaşlarım vardı ama çocuklar genelde akşam vaktinden biraz önce dışarı çıkardı. Bu yüzden o saate kadar, annem taştan odaların huzur verici sessizliği altında elişi yaparken ben de meyve ağaçlarının gölgesinde kalan ve annemin benim için yaydığı halı üzerinde otururdum. Bahçe benim için, yani bütün bir okul dönemini şehirde geçiren benim için sırlarla dolu bir yerdi. Ne yazık ki sırları Haziran ayının son iki haftasına kadar keşfediyor ve sonrasında kendimi akşam saati dışarıya çıkacak arkadaşlarımı bekler halde buluyordum.

  O gün babam saat tam dört buçukta, içinde iki tane baston ekmek olan bir poşetle geldi eve. Bahçe kapısından geçti ve bana baktı. O sırada yuvası kapının dışında olan Karabaş hafiften havlayarak bahçeye daldı.

Ayağa kalktım ve üzerime zıplamak için kulakları geriye savrulan Karabaş'a doğru koşturdum.

Ama babam beni kolumdan tuttu ve  " Al, içeriye götür." Diyerekten poşeti elime tutuşturdu.  

Ona baktım, Karabaş'ı tasmasından tutup kapı dışarı ederken aynı zamanda kulağının arkasını kaşıyarak ılık rüzgârda nazlı nazlı sallanan erik ağaçlarını süzüyordu.

Babama ters ters, " Napıcaksın." Dedim.

Kafasıyla ağaçları işaret etti ve  " Anneni de çağır." Diye karşılık verdi.

Soruma cevap vermediği için sinir olarak, Karabaş gibi kuyruğumu sıkıştırdım ve her adımda ayağımdan fırlayacak gibi olan kırk numara naylon terliklerle bahçenin öte tarafında kalan eve doğru yürüdüm.

 Evin kapısına geldiğimde, üzerinde büyük ayçiçekleri olan perdeyi sıyırdım ve " Annneeee!" diye bağırdım.  " Babam çağırıyorrrr!"

Annem evin giriş salonuna bakan kapıların birinden çıktı ve acele acele bana doğru yürüdü.

" Bu üstün ne Asya.." diye hafiften kızdı ama bakışları babamdaydı.

Omzumu silkip eşiğe çöktüm. Poşeti hafifçe açıp baston ekmeğin en ucunu sıyırmaya başladım. Annemde yazmasını düzeltip ayağına terlikleri geçirdi.

" Recai, erikleri mi toplayacaksın yoksa?" diye babama doğru yürüdü. Babam hararetle bir şeyler söyledi ama onları dinlemedim.

Kısa süre sonra annemin mutfaktan çıkardığı büyük pembe kovanın içi eriklerle dolmuştu. Babam bir merdivenle ağaca tırmanmış ve annemin endişeli bakışları altında erikleri toplamaya başlamıştı. Eh, bu hem işime gelmişti hem de artık ağaca tırmanıp erik keyfi yapamayacağım diye üzülmüştüm.

Elimdeki ekmek poşetini hiç bırakmadan yine ayağıma büyük gelen terliklerle düşe kalka yanlarına gittim ve toprağın üzerine çöktüm. Arada sırada dışarıda Karabaş havlıyordu ve ikindi namazından çıkmış kalabalığın sesleri duyuluyordu.

 Annem eriklerin başına çömelmişti, yapraklarını ve çürüklerini ayıklıyordu. Bende onun yanına oturup taze ve en güzellerini seçip ısırmaya, gözlerimi kısarak ekşi eriği yemeye koyuldum.

 Babam tepeden topladıklarını köşeye yaydıkları mavi hasırın üzerine atarken aynı zamanda hafif bir türkü mırıldanıyordu.

Bir ara annemin bakışları bana geldi, sonra başını eğip kızgınca bir bana bir poşete baktı.

" Ah Asya ah! Kaç defa ekmeği kuru kuru yeme dedim ben sana!"

Poşetin içinde yarılanmış ekmeği karnıma basıp omuz silktim.

" Ben böyle seviyorum ama!"

Annem iç geçirdi. Son zamanlarda onlarla her şeyde inatlaştığımı biliyordum ama bunu neden yaptığıma dair kendimle çok yüzleşmemiştim.

Annem, etrafına bakındı ve yazmasını arkaya attı; sonra da kuvvetle içi dolu kovayı kavrayıp kaldırdı.

" Recai, daha çok var mı?"

" Hoşaflık, reçellik, dağıtmalık!" dedi babam keyifle.  " Babam olmasaydı yaz tatillerini o gri şehirde geçirecektik. Bak, mis gibi eriğimizi, şeftalimizi, elmamızı topluyoruz Nurten.."

Babam böyle konuşmaya başlayınca zor susardı. Annemde bunu biliyordu ki konuşmasının yarısında döndü ve terlikleri toprağı sürüyerek eve girdi. Kısa süre sonra boşalmış kovayla geri döndüğünde bir an bana baktı ve

" Eh artık Asya!" diye homurdandı. Tam elimden poşeti almaya yeltenmişti ki gözlerim poşete kaydı ve içinde duran, birilerinin onu fark etmesini bekleyen o beyaz zarfı gördüm ve hemen annemden geriye kaçıp ayağa kalktım.

" Tamam ya ben götürürüm."

Meraklı bir yapım vardı ve ne olursa olsun bu tür şeyleri kimse görmeden eşelemeyi severdim. Bu yüzden ay çiçeği perdesinden geçtim ve ahşap zemini gümbürdeterek su yeşili rengine boyanmış ahşap oymalı merdivenlere koşturdum.

Yukarıda iki oda ve ufak bir holden başka bir şey yoktu.  Annem, holde terasa açılan balkon kapısının önündeki boş vitrinin camlarını bu yaz babama çıkartmış ve onu çiçeklerini koymak için uygun bir hale getirmişti.

 Küpeli çiçeklerinin önüne bağdaş kurdum ve büyük bir gizem içinde elimi poşete daldırdım. Zarfı tutup çıkardığımda aslında onun beyaz olmadığını gördüm.  Ne yalan söyleyeyim zarfı poşetin içinde ilk gördüğümde düğün davetiyesi falan sanmıştım ama garip bir kâğıttan yapılma bu zarf hiçte düğün davetiyesine benzemiyordu.

Ama içimi titreten, zarfın farklı kâğıt dokusu değil de arkasında yazan isim olmuştu.

Kim bana mektup yazardı ki?

*

Hogwarts diye bir yer vardı ve bana büyü yapmayı öğretecekti.

İlk başta ne annem ne de babam söylediklerime inandı, hadi bana inanmadılar ama mektuba nasıl inanmazlardı? Tamam, bazı mektuplara inanılmayabilirdi.

Babama mektubu ilk defa gösterdiğimde mektubu alalı daha iki gün olmuştu ve annem iki gündür üzerime çöken korkuyu fark etmiş olmalı ki sürekli beni kıstırıp duruyordu.

Neyse ki en sonunda cesaretimi toplayıp zarfı, babamın önüne bırakabilmiştim.

 Yemekten sonraydı ve babam annemin semaverde demlediği sıcacık çayı içerken kendini çok mutlu, şanslı ve huzurlu hissettiğini defalarca kez dile getirmişti. Yine de çay içiyor diye tedbiri elden bırakmadım ve babama biraz soru sordum. Eğer sorularıma cevap vermezse ya uykusu olurdu ya da morali bozuk olurdu. Neyse ki her soruma sabırla cevap vermişti.

İşte bu yüzden bakır tepsinin hemen önüne, babamın bardağının kıyısına halının altında sakladığım mektubu ışık hızıyla çıkartıp bıraktım. O sırada annem de mindere çökmüş ve elişini yapmaya koyulmuştu.

Babam önce mektuba baktı ve sonra bana döndü.

" Baba, bir şey diycem." Dedim derince bir nefes alarak.

Mektubu eline aldı ve evirip çevirdi. Sonra bıraktı ve kalkıp oturduğu dizini değiştirdi.

" Söyle."

Annem başını kaldırıp bana baktı. Kalbim deli gibi atıyordu, bu mektuba elbette inanmamıştım ama asıl isteğim, birilerinin buna bir cevap vermesiydi. Mantıklı bir cevap. Mideme oturan endişe sancısını çekip alacak bir cevap.

" Hani sen geçen ekmek poşetini elime verdin ya.. Bu zarfı işte onun içinde buldum baba. "

Annem doğruldu ve gözlerini kırpıştırarak- bunu meraklandığı zaman yapardı- yanımıza geldi.

" İçinde garip şeyler yazıyor."

Dudağımı ısırdım ve çenemi dizime yasladım.

Babam ve annem mektuba baktılar, sonra annem " Amannn!" diye küçük bir feryat edip mektubu eline aldı.  " Aşk mektubu falan mı yoksa Recai!"

" Allah Allah! Bi dur Nurten, bu yaşta ne aşk mektubu yahu! O daha çocuk." Dedi hemen babam.

Annem dudağını ısırdı ve bana baktı.

" Öyle deme, Zeliha yengeyi biliyorsun zaten."

Hafif bir pısırıklıkla  " Nolmuş Zeliha yengeye?" diye, merakımı de elden bırakmadan sordum.

Annem bana ‘sen sus bakayım' bakışı attı ve elinde zarfla hemen ayağa kalktı.

" Ah ah, buralara gelince hep böyle şeyler oluyor zaten! Kız anasıysan işin zor, yaş falan dinlemiyor bunlar."

Annem, yerleri gümbürdeterek hole koştu, o gidince odada garip bir sessizlik oldu ve sonra babam da " Ya Allah" diyerek yerinden kalktı ve beni odada yalnız bıraktı.

Orada bir süre tırnaklarımı yiyerek bekledim.

Neyse ki bekleyişim kısa sürdü çünkü annemle babam yüzlerinde hafif bir utançla odaya yeniden girdiler.

Babam televizyonun karşısındaki minderine çökerken annem derince aldığı bir nefesle eski yerine oturdu ve yeniden elişini eline aldı.

İkisinden de bir şeyler söylemelerini bekledim, ama kimseden gık çıkmıyordu.

Bu yüzden " Anneee" dedim.

" Hı?"

" Okudunuz mu mektubu?"

Annem dudaklarını yalayarak başını kaldırdı ve  "Kaç yaşındasın kız sen?" diye beni tersledi.  " Şakacıktan yazılmış, senin beni böyle korkutmaya hakkın var mı?"

" Ama anne, okumadın mı?"

" Okuduk." Diye bana döndü babam.  " Arkadaşların sana şaka olsun diye oturup yazmışlar işte Asya, konuyu büyütme kızım. "

İkisinden de o gün bu mektupla ilgili başka bir söz duymadım. Ama içime hiç sinmiyordu, arkadaşlarımın hepsi benimle yaşıttı ve böylesine düzgün ve garip hazırlanmış bir mektup için hiç birisi, ben bile becerikli değildim.

Neyse ki sonraki gün karşı komşunun oğlu evleniyordu, bu hareketlilik mektubu unutmama biraz da olsa yardımcı oldu.

Sabah annemin eteğinin yanından hiç ayrılmadan düğün evine ziyarete gittik ama benim kaderime yine Hacı teyzenin muhabbeti düşmüştü.

Annem Hacı teyzeyi çok severdi ve gelini Gülay teyzenin ona çok iyi davranmayışı annemin gücüne gittiği için, o eve her girişinde uzun bir süre Hacı teyzeyle sohbet ederdi. Annemin bu anlayışını çok seviyordum ama elimi hiç bırakmayışı, bu sohbetlere ister istemez beni de dahil ediyordu.

 Ve aklım tamamen evin koridorlarında körebe oynayan arkadaşlarımdaydı.  

Bu yüzden annemin kulağına doğru " Anneee bırak beniiii" diye mızmızlandım.

Annem beni duymamıştı bile. Bunun yerine, " Haklısın Hacı teyzem, ee Hasan da mı gelmiyor? Eskiden her Cuma elini öpmeye gelirdi." Diye sordu. Bilmem neden, Hasan'dan nefret ettim!

" Ah nerde Nurtenim, sen bile o hayırsızdan daha çok uğruyorsun yanıma." Dedi yaşlı nine, sonra kınalı ellerini basma şalvarına sürterek şöyle bir etrafı kolaçan etti.

Neyse ki minik, boncuk gibi gözleri bana ulaştı ve tam istediğim şeyi sordu: " Asya gidip arkadaşlarınla oynasana kızım?"

O an hacı teyzenin ellerini öpme duygumu bastıramadım ve onun kınalı, yumuşak ellerine samimi öpücükler kondurup ayağa fırladım.

Annem,  " Asya," diye bana döndü. Onun şımarıklık yaparsan evde görüşürüz bakışına alelade kafamı salladım ve dışarıya Aleyna ve Sena'nın yanına koşturdum.

Akşam olduğunda heyecanlıydım ve biraz da korkuyordum çünkü Sena ve Aleyna sabah, akşam makyaj yapacaklarını ve güzel güzel giyineceklerini söylemişlerdi. Ee kınalara süslenip gidilmeliydi değil mi? Ama onların anneleri kızlarını süslemeye dünden hazırdı.

Yine de kendi kendime o kınaya süslü püslü gideceğime söz verdim ve annemin başına öyle bir tantana çıkardım ki zoraki bir şekilde saçlarımı kıvırtması için beni köydeki en yakın arkadaşı Sakine teyzeye götürdü. Sakine teyzenin evi karanfil kokardı ve şüphesiz bu köy içinde en sevdiğim ev burasaydı. Bunun sebebi burada biraz da olsa bilgisayar oynayabilmemdi. Aynı zamanda Sakine teyzenin sürekli gülen yüzü de buna katkı sağlıyordu.

Saçlarımı  " Güzel cimcime.." diye diye, sevgiyle maşaladıktan sonra anneme döndü ve " Nurten, biraz da ruj sürüvereyim yavrucağa." Diye sordu.

Aynada annemin aksine bakarak ellerimi çenemin altında buluşturdum ve  " Nolur anne nolurrr!" diye mırıldandım.

Annem, sevimsizce bana baktı ve  " Kınada ne gelir başıma biliyorum ben." Diye homurdandı.

" Ne gelir canım, sen de hemen etrafı velveleye verme." Dedi Sakine teyze. " Kızcağız arkadaşlarıyla kıyıda köşede karşılıklı oynayıp şeker serpildiği zamanda sahneye hücum edecek o kadar."

Sakine teyze yanağıma makas attı ve dolabından makyaj çantasını getirip masaya koydu.

" Kız Asya!" Annemin bütün sinirlerini tepe noktasına çıkardığım zamanlarda bana böyle hitap ederdi. Tatlı tatlı bakarak ona döndüm ve en yapmacık sesimle  " Hı anne?" dedim.

" Kına yerinde bahçeden bir yere gitmek yok anlaşıldı mı?"

Annem bana emirleri sıralamaya başlarken kendimi Sakine teyzenin ellerine bıraktım. Kırmızı ruju dudaklarımı değdirip eliyle çenemi kavradı ve  " Böyle yap bakim kızım." Dedi. Dudaklarımı birbirine geçirdim ve aynaya dönüp kendimi süzdüm.

" Biraz daha sürsene Sakine tey-"

" Asyaaaa!"

   Annemle Sakine teyzede hazırlandıktan sonra köyün taş sokaklarında bulduk kendimizi. Aralıklı sokak lambalarının aydınlattığı kısımlar hariç her yer çok karanlıktı. Neyse ki dışarısı biz gibi kınaya giden insanlarla doluydu.

 Ben, annemin ve Sakine teyzenin önünde seke seke ilerlerken aklımdaki tek düşünce kına yakılırken serpilecek olan sakızları, şekerleri kapmak için nasıl bir yola başvuracağımdaydı.  

   Kına yerinde etrafı ışıklandırmak için renkli lambalar ağaçlara asılmıştı ve bahçenin ortasına ortası boşluk kalacak şekilde plastik sandalyeler dizilmişti.

 Annemler sandalyelerin orta kısmına otururken önlerde annesiyle oturan Aleyna'ya özlemle baktım ama bir şey demeden annemlerin yanına çöktüm.

 Kına yeri çok dolu değildi ve bahçenin ötesindeki düğün evi çok daha şamatalıydı.

Annemin Sakine teyzeye  " Erkekler neden hala burada ki." Diye sorduğunu duydum.

Ardından " Bu gelinin yengesiymiş." Diye kadınlardan birinin işaret ettiği kadının, erkekleri dışarı kış kış etmesini izledim.

Kına bundan hemen sonra başladı, İsmail Yk'nın şarkıları gümbür gümbür açıldığında yalvaran gözlerle anneme bakıyordum çünkü Sena ve Aleyna çoktan ayağa kalkmış arka tarafta oturuyorlardı.

En sonunda annemin kolunu öyle bir salladım ki bana döndü ve  " Sözlerimi unutma sakın!" dedi.

Ağzım kualkarımda  " Tamam tamam unutmam!" deyip ayağa fırladım.

Kilolu teyzelerin yumuşak baldırlarına sürtüne sürtüne açığa çıktım ve kızların yanına fırladım.

İkisi de palyaçoya dönmüştü. Havalı havalı ellerini şaklatıyorlardı, onşarın yanında durdum ve  " Sakız serpeceklermiş!" diye bağırdım. "Bugün bi kadından duydum!"

Bana doğru eğildiler ve  " Ooo sakız da laf mı! Gelinin babannesi tadellee serpecekmiş." Dediler bir ağızdan.

Nedense beni dışlıyorlarmış gibi hissettim ve boştaki sandalyeye oturdum. Evet- kesinlikle beni dışlıyorlardı. Kulaktan kulağa fısıldaşıp gülüşüyorlardı. Ama onların derdini anlamam uzun sürmedi, karşı tarafta bizden biraz daha büyük oğlan çocukları oturuyordu ve nazları, çok yakın arkadaşmış gibi görünmeleri bunaydı!

Öyle gıcık oldum ki yerimden kalkıp annemin yanına dönmek için ilerledim. Ama annemin yanına dönmeme imkân yoktu, az önce geçtiğim yer şimdi o kadar kalabalıktı ki ortaya oturuyor diye kızdığım annem şimdi ilk sıralarda sayılırdı. Şaşkınca kalabalığa baktıktan sonra ellerimle kulaklarımı tıkayarak yerime geri döndüm.

Ama o ikisi hala aynıydı. Yandan yandan erkek çocuklarına bakıyorlar ve kibar kibar el çırpıyorlardı.

O an, sabah erkekler yokken benimle deli deli- diğer tabirle çocuk gibi- oynayan bu kızlara öyle gıcık kaptım ki bütün kalbimle o oturdukları sandalyenin ayaklarının dört bir yana kaymasını diledim. Tıpkı kilolu teyzelere kaygan bir zeminde bu sandalyelere oturmaya çalışırken olduğu gibi. Ama nasıl olacaktı-

Bir an da kahkahayı koyuverdim ama aynı zamanda şaşkındım.

İkisinin da sandalyesi bana öyle bir itaatkar davrandı ki, kızlar tüllü pullu elbiseleriyle kendilerini bir anda yerde buluverdiler.

Eli bilezikli birkaç kadın onları kaldırmak için yeltenirken kahkahalar eşliğinde yerimde durdum ve kibar kibar ellerimi çırptım.

Saat ona gelirken müzik durdu ve bahçe, kalabalığının uğuldayan sesiyle bir süre için baş başa bırakıldı.

Sonra, bir anda sahneye çıkan birkaç genç kız ellerindeki dümbeleklerle bir türkü tutturdular. İnsanlar sessizce izliyorlardı, ayağa kalktım ve kalabalığın en arkasından bende izlemeye koyuldum. Ellerinde mumlarla başka kızlar daha geldi, sonra bu kızların mum tutan ellerinin altından üzerinde kırmızı kına elbisesi olan gelin göründü.

 Kaynana geldi, gelinin eline altın bıraktı. Gelini ağlatmak için türküye bir süre daha devam ettiler ama gelin bir türlü ağlamadığı için en sonunda kalktı ve annelerin, büyüklerin elini öptü.

O sırada, Sena ve Aleyna benden biraz ötede durmuş az sonra serpilecek fıstık, şeker ve sakız için bekliyorlardı.

Yine aynı içtenlikle ikisinin hiçbir şey kapamaması için dua ettim, tadelleymiş!

Kına bittikten sonra nasıl olduysa artık annem o kalabalıkta beni buldu ve elimi sıkı sıkıya tutarak arka tarafta sofraların kurulduğu tarafa çekti. Sakine teyze iki tane sandalye tutmuştu, annemle oturduk.

 Başımı ara sıra arkaya çevirip hem telli pullu şalvarlar giyen geline bakıyordum hem de bol haşhaşlı lokumların arasına zeytin peynir doldurup yiyordum.

O sırada, boşalan bir yere Zeliha yenge geçti ve çantasını sıkı sıkı kucağına oturtarak kafasını bize doğru salladı.

" Ee Nurten gelin, özlemişsindir köy kınalarını."

Bana baktı ve gülümsedi. Etine dolgun bir kadındı Zeliha yenge. Nefes alırken çıkardığı sesi bu gürültüde duymasam da hayal edebiliyordum, burun delikleri bir küçülüp bir büyüyordu. Gözlerinin üzerine yemyeşil bir far sürmüş ve kenarları oyalı güzelim bir yazmayı üzerine sim döktüğü kafasına yarımca atıvermişti.

Bilekleri ona yakın, pırıl pırıl parlayan burma bileziklerle kaplanmıştı, dolma gibi parmaklarında yeni yaktığı belli olan turuncu kınaları vardı.

" Eh özledim işte Zeliha yenge." Dedi annem.  " Zaten Bursa'daki komşularımın çoğu yaşlı, hepside çolunu çocuğunu evlendirmiş emekli insanlar.. Bize de bir farklılık oluyor."

Annemin bu kadından çok hoşlanmadığını biliyordum ve onun sevmediği bir insana bile insancıl yaklaşması çok garibime gidiyordu. Ama o buna  " İyi geçinmek, idare etmek Asya." Diyordu. " Ben sadece babanla evlenmedim ki kızım, onun ailesiyle de evlendim. " Zeliha yenge babamın çok yakın olmasa da akrabası oluyordu.

O an, annemin kızacağını bilsem de dilimi tutamayıp sordum.

" Zeliha yenge sen babamın neyi oluyorsun?"

Koca, kurbağa patlağı kara gözlerini bana çevirdi ve sonra elini uzatıp  "Ah benim güzel goncam!" diye feryat etti.  Kınalı elleriyle çenemi sıktırdı.  " Ben babanın üvey eniştesinin karısıyım gülüm!"

" Üvey enişte mi?" dedim ama sesim gürültüye karıştı.

Sofra boyunca Zeliha yengenin beğeniyle dolu bakışlarına maruz kalmıştım ve bundan anneminde canı sıkkındı ama beni çok rahatsız etmemişti. Aslında annemin korkusunu anlıyordum, Zeliha yengenin askerlik çağına gelmiş oğlu vardı. Adı Ahmet'ti ve iri kıyım, annesine benzeyen biriydi.

 Yine de bu beni rahatsız etmiyordu çünkü böyle bir şeyin olası olmadığını biliyordum. Babam beni bu yaşta kimseye vermezdi. Yaşım gelse bile zor verirdi ama neyse.

Yemekten sonra kınanın bitmesini beklemeden kalktık, Sakine teyze kendi yoluna giderken bizde düğün evinin hemen karşısındaki evimize çekildik.

Babam, oturma odasında gece haberlerine bakıyordu. Bizi görünce televizyonu kapattı ve  " İyi eğlenmiş gibisiniz." Dedi.  " Ee Asya, gelinle oynadın mı?"

" Gelin benle hiç oynar mı baba.." dedim ona.

Banyoya girip yüzümü yıkadım ve arka odalardan birinde, büyük sarkaçlı saatin sesleriyle kolaylıkla uyuduğum küçük, serin odaya girdim.

Annem dolaptan eşyalarımı çıkardı ve köşeye oturdu.

Pijamalarımı giydim ve beyaz sabun kokulu tertemiz çarşafların içine attım kendimi.

Annem, ben yatağa girince doğruldu ve kınaya götürdüğü çantasını yanına alıp başucuma geldi.

Çantasından beyaz, genişçe bir mendil çıkardı.

" Ben seni kına yakılırken sahneye bekliyordum Asya ama.." diye hafifçe dalga geçti benle.

" Sena'yla Aleyna'nın gazına geldim anne." Dedim ona, kıvırcık saç tutumlarından birini kaldırıp.  " Bilirsin normalde örgülü daha çok severim."

Mendilin içinde iki tutum kına vardı. Yeşil, hamurumsu kınaya baktım ve avuçlarımı açtım. Annem kınayı işaret parmağıyla kaldırıp avucuma bıraktı ve hafifçe yuvarladı.

" Ee onları da göremedim." dedi bana. 

" Köyün delikanlılarıyla karşılıklı kur yapıyorlardı!" dedim sinirle.

Gözleri kocaman kocaman oldu.

" Ne ayıp! Sen ne yaptın peki? Niye gelmedin yanıma?"

" Ee çok kalabalıktı, eğer geçersem teyzeler kızar diye düşündüm. Hepside dünyanın en müthiş şeyini izliyor gibi yüz şekillerine giriyorlardı."

Annem gülmemek için kendini zor tuttu ama pas vermişti. Bende annemi güldürmekten zevk alır halde güldüm.

Annem avuçlarımı kınaladıktan sonra kalktı ve dolaptan eski bir çift çorap çıkardı.

" Böyle şeyler ayıptır Asya." Dedi bana. " Daha çok küçüksünüz, ben fark ettirmek istemiyordum, yani telaşla ağzımdan kaçtı ama Zeliha yengeyi anladın herhalde? Bana bak, yaz tatili bitinceye kadar tek başına sakın o taraflarda dolaşma emi kızım?"

Başımı salladım. Annem çorapları ellerime geçirdi ve kalan mendille ellerini sildi. Kalkar ve kendi odasına gider sandım ama bana bakmayı sürdürdü.

" Konuyu kapatmak istiyordum ama konuşuyorken adam akıllı konuşayım." Dedi bana. " Söyle bakayım kaç yaşındasın sen?"

" On buçuk." Dedim ve sırtımı yastığıma yasladım.

" Hah, daha önünde upuzun yıllar var. Zeliha yengen küçük evlenmiş, kocası da ondan yaşça daha büyükmüş bu yüzden bunun doğru olduğuna inanıyor. Ama bu devirde kızlar küçük yaşta evlenmek için hazır değiller. Daha lisen var, üniversiten var.."

" Anne ben zaten böyle bir şey istemem ki."

" Biliyorum." Dedi annem, sonra kalkacak gibi oldu ama durdu. " Söylediğimi iyi duy Asya, Zeliha yengen falan çağıracak olursa gitme. Birlikte gideriz, babanla gidersin orası ayrı. Ama sakın tek başına gitme kızım, Ahmet abini falan görecek olursan da çocukluk yapıp konuşma."

Annelerin dertleri vardı, o sene bunu daha iyi anlamıştım. Aslında her okul sonu babamla kendi odalarında tartıştıklarını duyardım. Annem köye gelme taraftarı değildi, gelse bile sadece birkaç hafta durup gitmek istiyordu. Ama babam, yaz tatilini köy kahvesinde arkadaşlarıyla oturup muhabbet ederek ve ağaçlardaki meyveleri toplayarak geçirmek istiyordu.

 Şimdi annemin asıl derdini anlıyordum.

Ama Zeliha yenge olayını açması, bunu ilk defa duyduğum zaman canımı sıkan meseleye götürmüştü beni. Mektup meselesine.

Kendi kendime, bu eşek şakasını yapacak kişiyi bulacağıma söz vererek daldım uykuya.

*

Korku mu perçinleyen birkaç olay üzerine mektup konusu yeniden açıldı.  

 Kınadan sonra ki gün bahçede kahvaltı yapmak için yayılmıştık.

Babam, dışarıda Karabaş'a su ve yemek veriyordu.

Annem, elinde reçel ve sütle dışarıya çıktığında babamın yüksek sesle konuştuğunu duyduk.

Bunun üzerine annem hızlı hızlı elindekileri bıraktı ve kapıya yürüdü.

" Otur sen." Dedi bana, ama onu dinlemeyip ben de ayağa fırladım.

Annem ahşap ve yüksek boylu kapıyı aralayınca babamın düğün evinin sahibi Muhit amcayla konuştuğunu gördük.

Hasan amca Karabaş'ı gösteriyor ve çatık kaşlarla kafasını iki yana sallayıp duruyordu.

Annem hemen  " Nolmuş Recai," diye araya girdi.

Hasan amca babamdan daha hızlı davrandı ve  " Nurten kızım, bu köpek gelene gidene rahat vermiyor." Diye cevapladı.   

Annem Karabaş'a baktı. Köyü sevmeme nedenlerinden biri de oydu. Hayvanlardan nefret etmezdi ama beslemek konusunda iyi değildi. Bu yüzden köye geldiklerinde babamın Karabaş'ı, kışın parayla ona bakan Sarılı Çiftlik Köyü sahibinden getirmesini istemezdi, ama ne yaparsın babamda Karabaş'ı öz çocuğu gibi seviyordu.

" Ah öylemi." Dedi annem elini vura vura.  " Bak Recai, insanlara rahat vermiyormuş."

Ama babam sinirlenmişti, ters ters  " Köpek bu havlar tabi." Dedi.  "Hem ben siz düğün işlerine kalkışınca zavallıyı zincirledim, daha ne yapayım Muhit Bey?"

Muhit amca elini arkasında bağladı ve boncuk gibi gözlerini, babamdan anneme çevirdi.

" Nurten kızım, sen bilirsin ben düğünden önce hiç şikâyet ettim mi zavallıdan? Yeri gelir sizle bir bizde besleriz Karabaş'ı. Ama düğün zamanı olmuyor, insanları korkutuyor yahu."

Bu tartışmada sadece annem olsaydı olaylar çözüme hemen kavuşurdu ama babamın öfkesi durmayacak gibiydi. Bu sırada  kendisinden konuşulduğunu biliyor gibi görünen Karabaş sessiz sessiz bir köşede salya akıtıyor ve ara sıra bana doğru kuyruğunu sallayıp duruyordu.

Ona doğru yürüdüm ve her ne kadar annem kızsa da kollarımı kafasına sarıp sıkıca sarıldım. Köyden ayrılırken sırf Karabaş yüzünden çok gözyaşı dökmüştüm. Ama şehir hayatında, Karabaş gibi çokça yabanileşebilen bir hayvana yer yoktu. Özelliklede altınız da yaşlı olduğu halde bolca sesten şikâyet eden Emine teyze gibi bir komşunuz varsa değil köpeğe, kediye bile yer yoktu.

İşte o sırada midemi endişe sızısıyla dolduruverecek o şeyi gördüm. Daha doğrusu şeyleri..

Saçlarım karabaşın sarkık pembe diline yapışırken arka tarafta, köpeğin ahşaptan kulübesinin hemen içinde Karabaş'ın pek değerli turuncu minderinin üzerinde bir düzine sarı parşömen kâğıtlı zarf duruyordu.

 Ellerim titreyiverdi ve bacaklarım boşaldı. Köpeği bıraktım ve dizlerimin üzerinde eğilip iyice baktım. Evet, aynı zarftandı ve tam dokuz taneydi.

Üzerinde ismim yazılıydı ve Hogwarts damgası vardı.

Kalbim yerinden çıkacak gibi hızlı atıyordu ve zihnimden, geçen seferkinin içinde yazanlar geçiyordu.

Ne yazıyordu sahi?

Sevgili Bayan Çelebi,

Hogwarts Cadılık ve Büyücülük okuluna kabul edilmiş bulunuyorsunuz.

Diğer gerekli bilgiler mektup ekinde bulunmaktadır.

Not: Eki bulmak için lütfen zarfın içini biraz karıştırın.

Karabaş'ın salya mekânından elimde bir tutam zarfla geri çıktım ve doğrulmadan önce bütün zarfları toplayıp tişörtümün altıyla altımdaki şalvarın lastikli kısmı arasına sokup sakladım.

Babam, Karabaş'ı tasmasından kavrayıp, " Tamam Muhit Bey, ama sadece üç gün daha." Derken anneme korku dolu bir bakış attım.

Annem beni dirseğimden yakaladı ve bahçeye geri girdik.

" Nereye gitti babam?" diye sordum anneme.

" Hüseyin'e verip gelecek köpeği." Dedi ters ters.  " Ama ben ona defalarca kez getirme şu köpeği." Dedim. " Çoluk çocuğu korkutuyor ama beni dinler mi hiç."

Üzerinde bakır sininin durduğu halının köşesine oturdum ve bir süre vişne reçeli tabaklarına doğru daldım gittim. Ama sonra, yapmam gereken en mantıklı şeyin söylemek olduğuna karar verdim.

" Anne, kızma ama bir şey demem gerek."

Küçük aygazın üzerine koyduğu demliğin üstünü hafif yamultarak " Söyle?" dedi.

" Ama valla ben bir şey yapmadım." Dedim korkakça. Kaşları çatıldı, hızla ekledim.  " Ben sadece buldum, hem de Karabaş'ın kulübesinde! Her halde kapının önüne attılar, o da aldı kulübesine götürdü."

" Asya çatlatmada söyle kızım!" diye hafiften bağırdı annem.

Dudaklarımı ısırarak karnımdaki zarfları çıkarttım ve annemin önüne attırıverdim.

" Bunları buldum." Dedim.

Annem önce anlamsız anlamsız zarflara baktı, ama sonra gözleri irileşip zarflardan birini eline aldı.

" Aman kızım, bu şakayı daha sürdüren kim?"

Şöyle bir çevresine bakındı.

Yine çenemi dizime yaslayıp oturduğum yerde sindim.

Annem açtı ve mektubu okudu. Sonra zarfın ağzına şöyle bir baktı.

" Aman Asya, çocuklar dalga geçiyor senle." Dedi sonra bana dönüp. Gözlerindeki ışık bu tezine inandığına işaretti. Ama ben hiç rahat değildim.

" İyi de anne, baksana mektupta ki mühre!" dedim ona.  " Bir çocuk bunu nasıl yapsın?"

" Yaptırmışlardır birine."

O sırada bahçe kapısı çaldı, annem ayağa kalkarken sıkıntıyla mektuplarımı geri topladım.

Annemin açtığı zarfı açtım ve dikkatle baktım. Bu mükemmel el yazısı, zümrüt rengi mürekkep.. bu kaliteli kağıt..

Bordo rengi mühür..

" Gel teyzem gel."

Gelen Hacı teyzeydi, asasıyla aheste aheste sofraya geldi ve oturdu.

" Sağ ol kızım kahvaltımı ettim ben!" dedi ve yumak yumak karnına pat pat vurdu. Sonra bana döndü.

" Asyam, ne yaptın kızım.."

" Hoş geldin Hacı teyze." Dedim ona ve mektuplarla birlikte ayaklandım.

Sonraki gün öğle namazından sonra sokağı davul ve zurna sesleri doldurmuştu. Gelini almaya gitmek için Muhit amca simsiyah, parlak toka gibi gözlere sahip mükemmel bir at getirtmişti.

Damat boş atla birlikte yola çıktıktan sonra bir an mahalle boşalır gibi oldu ama kısa süre sonra yine doldu. At üstünde gelen gelini annemle izledikten sonra yeniden eve girdik.

Annem saplı süpürgeyle bahçenin taştan kısımlarını süpürdükten sonra, saat iki de bana döndü. Bodruma çıkan taş merdivenlerde boş boş oturmuş bir ağaç dalıyla yeri eşeliyordum.

" Asya, haydi giyin de düğün evine gidelim artık." Dedi bana. Tepki vermeyince  " Hadi kızım, sil kafandan şu mektubu." Dedi.  "Bugün çocukların annelerine söylerim, tembih ederler de bir daha böyle bir şey olmaz."

Tam içeri giriyordu ki yeniden çıktı ve yanıma geldi. Belime kadar uzayan örgü saçımı eline alıp öptü.

" Yoksa bir an gerçek mi sandım kuzum?"

Onun alaycı bakışlarına baktım.

" Hayır, bunu hiç düşünmedim." Dedim ona.  " Ama gerçek olabilir."

Annem kaşlarını çattı. Saçımı bıraktı ve elime ufak bir çimdik attı.

" Saçmalamada kalk hadi!"

Bahçede sürüyen terlik sesi bitince rüzgârın sesi kulaklarımı doldurdu. Hogwarts.. cadılık okulu.. komşularımız kızınca benim tıpkı bir cadıya döndüğümü söylerlerdi. İster istemez güldüm ve bahçe üzerine, yapraklar arasından vuran güneş ışığına baktım. Sonra kalktım ve ayağıma büyük gelen terlikleri sürüyerek eve koşturdum.

Belki de gerçekti.

*

 Kınalı ellerimle annemin koluna girdim ve oturduğum yerde kibarca gülümsedim.

Annem bana yandan bir bakış attı.

" Arkadaşlarınla takılmayınca hemen de büyüyüverdin." Diye fısıldadı bana. O sırada Sakine teyze içeriye girdi ve birkaç yaşlının elini öpüp selam verdi.

Sonrada insanların tam ortasında oturan geline dönüp  " Maşallah gelinimize." Dedi ve okuyup üzerine üfledi. Gelin ise sessizce gülüp teşekkür etti.

Yanımızdaki ufacık yere sığıştıktan sonra Sakine teyze bize döndü.

" Nurten, sabah Recai abiyi gördüm. Karabaş'a veda mı ettiniz?"

" Ah keşke." Dedi annem.  " Geçici olarak götürdü, düğün evi var ya çok havlıyormuş- Muhit amca sabah bayağı bi kızdı Sakine."

Anlam veremiyordum ama aynı zamanda odanın ortasında amaçsızca oturan, peri kızı gibi görünen gelini izlemeyi seviyordum. Sanırım insanlarda öyle düşünüyordu bu yüzden yerlerinden hiç oynamıyorlardı. Acaba saatlerce otursa izlerler miydi?

Ama annemi bilirdim, burada değil saatlerce yarım saat bile oturmazdı. Eminim aklında şimdi akşam yemeği, kirliler gibisinden bir ton iş sıralanmıştı. Onları ikindiye kadar bitirip yerine rahatça oturmadan içine sinmiyordu. Bu yüzden bir on beş dakika sonra annemle kalktık ve bahçeye kurumuş sofralardan birine oturduk.

 Yoğurtlu düğün çorbası, pilav üstü et derken bir an sonra büyük bir kalabalıkla gelinde evden çıktı. Bahçenin diğer tarafında, kınanın yapıldığı yerde yine bir oyundur tutturdular. O sırada aklıma babamın sözleri geldi. Bana gelinle oynayıp oynamadığımı sormuştu. Hah, gelin daha beni tanımıyordu bile! Oynayacak o kadar değerli insan varken, gelip küçük bir kız çocuğuyla mı oynayacaktı?

 Sevimsiz sevimsiz önümdeki hoşafı kavradım ve ağzıma götürüp diktim.

Annem bana baktı ve  " Daha kibar yolu da vardı Asya." Dedi. Neyse ki bu hareketimi gören olmamıştı. Ona omuz silktim.

" Gelinler çok havalı anne." Dedim ve işaret ettim.  " Baksana, küçük dağları ben yarattım dercesine oynuyor! Koca alanda neden sadece o oynuyor ki?"

Söylediklerimi Sakine teyzede duymuştu.

" Kız cimcime, bugün ters köşen mi tuttu?" dedi bana ve ekledi.  " Bugün gelin o, başka hangi gün kendini böyle özel hissedecek? Tabi oynayacak, şöyle bir gülecek, nazlı nazlı gülecek. "

" Onu bilmem ben!" dedim.  " Hem ben gelin olduğumda öyle dirseğime kadar altın falan da takmam!"

" Sen bakma ona Sakine." Dedi annem.  " Çocuk işte, laf mı biliyor."

Derince bir nefes aldım ve  " Bak şimdi çok kızdırdın beni anne." Diye söylendim.

Sonra sanki bütün öfkemi gelinden çıkartmak ister gibi ona baktım, ama içimdeki asıl istek o gelinin ayaklarıma kadar gelip bana  ‘ Gel Asya oynayalım.' demesiydi.

 

 Sonra önüme döndüm ve saçma hayallerden sıyrılmak için kendi kendime çimdik attım. Annem çatalıma tulumba batırıp önüme koydu. Ama gözüm Sakine teyzenin önündeki hoşafa takılı kalmıştı.

" Anne şu hoşafı yiyorlar mı sence?" derken annem hızla arkasına dönüverdi.

Bende döndüm ve-

Gelin tatlı tatlı gülümseyerek bana baktı ve  " Asya'ydın dimi sen?" dedi. " Gel de oynayalım?"

Küçük dilimi yutmamak için büyük çaba sarf ettim. Midem, düğümlenmiş gibi hissediyordum.

" E-evet." Diye kekeledim. Sakine teyze beni dirseğimden kavradı ve kaldırdı.

" Haydi, alkış yapacağız." Dedi bana.

Annem de şaşkınca bakıyordu. Büyü.. cadılık. Yutkundum ama olmadı, boynum def gibi gerilmişti. Ya da sadece hayal ediyordum.

Gelin elimi tuttu ve beni oynadığı tarafa çekti. O sırada Sena ve Aleyna'da köşede şaşkınca bakıyorlardı.

Gelin kendi ayaklarıyla gelmiş ve beni oyuna kaldırmıştı.

Müzik çaldı ve ellerimi kaldırıp bir şeyler yaptım ama ne yaptığımın tam olarak farkında değildim.

Alkış falan da duymuyordum. Oyun bittikten sonra yeniden kenara çekildim ve kulaklarım uğuldadığı için hemen köşeye çöktüm.

Bir süre sonra annem beni kollarımdan tuttu ve kaldırdı.

Sakar adımlarla düğün evinden çıkıp kendi evimize girdik.

Annem hiçbir şey söylemedi, sanki dudaklarını mühürlemişti. Bende ilk başta bir şey söylemedim ama sonra sanki bir suç işlemişim gibi annemin gönlünü almaya çalıştım.

" Anne.. valla ben bir şey yapmadım."

Annem ‘ Sus Asya' bile demiyordu.

İçime dert olmuştu ve.. Ve o mektuplar gerçekse eğer.. hayır-  bunu düşünmeye bile cesaretim yoktu.

İkindi vaktine kadar karşıki evde müzik çaldı durdu. Bense sabahki gibi taş merdivenlerde oturdum durdum. Başımı demir korkuluğa yaslayıp ağaç ve yaprakların gölgesini izledim. Sonra kalktım ve köşedeki hasırın üzerinde unutulmuş birkaç yalnız eriği yedim.

 Saat beşe geldiğinde tahta kapı açıldı ve babam bahçeye girdi.

Kendi kendine  " O eşşoğlueşşekleri bir yakalasam!" diye söyleniyordu.

Annem, babamın geldiğini görünce ayağa kalktı, birkaç dakika önce elinde biber kovasıyla bahçeye çıkmıştı. 

" Ne oldu Recai?" diye sordu, elindeki beyaz biber tohumlarını, üzerine taktığı meyve desenli önlüğe sildi.

" Bu mektuplar!" diye köpürdü babam.

Nefesim yine kesildi. Elinde iki tane tutuyordu. Annem eliyle ağzını kapadı

" Aman Yarabbi, yine mi?"

Mektuplar o günün olayıydı ve asıl olay ondan bir sonra ki gün gerçekleşecekti.

O gün vakit akşama yaklaşırken babam gelen mektupların hepsini bahçedeki taştan fırına attı ve yaktı, sonra birkaç odun doldurup anneme   " Nurten, haydi hamur kar da biraz gözleme yapalım." Dedi.

Annem, köşeye bir halı atarken babam beni yanına çağırdı.

" Asya, umarım bu mektuplara üzülmüyorsun?" dedi bana. Sonra ceplerini eşeledi ve birkaç taş şeker çıkardı.

" Bunları Enver amcamı verdi?" dedim ona.  " Beni de sokakta her gördüğünde verir, bilmem nerden buluyor bu kadar şekeri. "

Onlara, mektupların beni rahatsız etmediğini göstermek istiyordum çünkü eninde sonunda benimle dalga geçilecekti.

Babam, benim konuyu değiştirme çabamı devam ettirmedi ve,

" Böyle şey olmaz ki kızım, akıl var mantık var." Diye söylendi.

" Ben inanmıyorum ki zaten.." dedim ateşin içine çer çöp fırlatarak.

Ama bu doğru değildi, yani bir yanım çok inanıyor diğer yanımda böyle bir şeyin cidden mümkün olmadığını söylüyordu.

Annem, tavlayı ve oklavayı taşımam için beni yanına çağırdı. Kızgınlığı gitmiş gibiydi, yine de konuyu eşeledim.

" Anne, hem sen neden bana kızıyorsun ki? Sanki gelini beni oyuna kaldır diye gidip de zorladım!"

" Sus Asya, o konuyu unutsak daha iyi." Diye cevap verdi annem.

 Gözlemelerle geçen bir akşam yemeğinden sonra kendimi yeniden beyaz sabun kokulu çarşaflar içinde buldum. Ama bu gece uyumak öyle kolay olmadı.

*

 Sabah olduğunda ailem mektupları tamamen unutmuş gibi davranıyordu. Ama ben unutmamıştım. Eğer bugünde bulursam, ne olursa olsun bu mektupların sahteliğini kanıtlayacaktım!

Bu yüzden annem bahçeye sofrayı kurarken çıktım ve kapının önlerine iyice bir baktım. Sonra da Karabaş'ın kulübeye eğildim.

O sırada mahallenin çocukları " Hoşttt!" diyerek benimle dalga geçtiler. Ama içimden bir şey geçirmemeye kararlıydım, yoksa zavallılar sahipsiz taşlarla kovalanabilirlerdi. Yani her insanın bazen eşref saatleri olurdu değil mi? Ama her gün mü olurdu- neyse bu konu tamamen saçmalıktı. Büyü diye bir şey yoktu, hem cadılıkmış- bu çok daha saçma. Ben ve cadılık..

Neyse ki mektup yoktu. Bu beni keyiflendirdi ve gülerek içeri girdim, mutlulukla köşedeki yerimde bağdaş kurdum.

Babam bu mutluluğuma katkı yapmak ister gibi  " Köyün dışına panayır kurmuşlar Asya." Dedi bana.

Dikkat kesildim ve hemen ellerimi çenemin altında birleştirdim.

" Babaaa, gideceğiz değil mi?"

" Panayırlar gitmek içindir." Dedi babam ve keyifle çayını yudumladı.

Kahvaltıdan sonra odama koştum ve üzerimi değiştirdim. Saçlarımı çözdüm, kıvır kıvır olmuşlardı. Arkadan kırmızı kurdeleli tokam ile tutturdum ve aşağıya geri indim.

 Babam çoktan hazırdı, beni görünce çayını yarım bıraktı. Bana elini uzatınca başımı iki yana salladım.

" Igıhhh baba, kolunu ver lütfen." Dedim ve neşeyle koluna girdim.

Annem bizi geçirmek için kapıya çıktığında birkaç şey söylemeyi eksik etmedi.

" Asya, babanı üzme ve saçma, tehlikeli oyuncaklara binmeye sakın kalkma!"

Köy yolu düğün zamanlarından çok daha eğlenceliydi. Bir sürü kişi panayıra gitmek için evden çıkmıştı. Babam arkadaşlarının yanına geldiğinde öyle koyu bir muhabbete daldı ki bende öndeki kız sürüsüne katılmak için hızlandım.

 Panayır köye geldiğimizden beri yaşadığım en güzel şey olmuştu. Ateş hokkabazları, ip cambazları, dönme dolaplar, sihirbazlar- işte bu noktada biraz garip şeyler vardı.

Bir kenara çökmüş az önce elime tutuşturulan afişe bakıyordum. Tam o sırada bana doğru silindir şapkalı bir adam yaklaştı ve yanıma çöktü.

" Merhaba küçük kız." Dedi.

Başımı çevirdim ve baktım, acayip derecede yakışıklı ve güleç bir beydi.

" Selam." Diye karşılık verdim.

" Benim adım Jack, oradaki çadırda sihirbazlık gösterisi yapıyorum. Sende izlemek ister misin?"

Ama yaptığı gösteriden ziyade isminin yabancı oluşu dikkatimi çekmişti, her Türk insanı gibi.

" Aa sen yabancı mısın?!" dedim hayretle. Gözlerini kısarak gülümsedi.

" Evet!"

" Ama çok iyi- çok iyi Türkçe konuşuyorsun?"

" Evet!"

Elini uzattı ve tokalaştık. Sonra yeniden ilerideki kırmızı-siyah çizgili büyük çadırı gösterdi.

" Gösterimizi izlemeni çok isterim. Bugün taktığın toka kırmızı ve kurdeleli olduğu için ücretsiz girebilirsin!"

" Nereden geliyorsun?" dedim ona, söylediklerini işitmiyor gibi görünmem hafiften moralini bozdu.

" İngiltere." Dedi. " Haydi, gösteri şimdi başlar."

" İyi de buralara taa sihirbazlık gösterisi yapmak için mi geldin?"

Cevap verecekti ama bir an durdu ve ayağa kalktı.

" Evet, küçük kız.. Geliyor musun yoksa ben gidiyorum?"

Cevap vermeyince ilerledi. Ama ara da sırada arkasını dönüp bana bakıyordu. O an birileri kulağıma ‘ Gitsene Asya.' Diye fısıldadı.

Bunun üzerine hızla sağıma döndüm ve bana bu kadar yaklaşmaya cesaret eden erkeğe patlatmak için elimi kaldırdım-

Ama..

Korkakça ayağa kalktım ve babamın yanına koştum.

Yaşadığım şu birkaç garip gün içerisinde, sahibi olmayan bu ses en tesirlisi olmuştu.

 Bu yüzden, buradan bir an önce gitmek için babamı ikna ettim. Ama ceketinin kolunu baya bir asılmam gerekti.

Normalde çocuklar kalmak isterdi ama bugün nedense babam kalmak istiyordu.

Yolda yürürken ona  " Sanki hiç panayır görmedin baba!" diye söyleniyordum.  " Sıkıldım işte!"

 İşte o sırada köyün postanesinin önünden geçiyorduk. 

Biri babamın ismini bağırdı.

" Recai amcaaa! Dur bir dakika."

Döndük ve camın arkasından, gençten bir çocuğun koşturduğunu gördük.

" Buyur." Dedi babam.

Çocuk durdu ve bana baktı.

" Direk Asya'nın ismine gelen mektup var Recai Amca. Bende tam size gelecektim, az önce bir adam geldi bıraktı."

Babam hemen ileri atıldı.

" Nerde?" dedi telaşla.

Çocuk girdi ve kısa süre sonra elinde mektuplarla geri geldi. Üç taneydiler, babama verdi.

Babam seslice yutkundu ve sonra iri iri gözlerle bıyıkları terlemiş genç çocuğa,

" Kim getirdi dedin?" diye sordu.

" Gençten bir adam. Ama bana sorarsan panayırdan geliyor, başında uzun, silindir bir şapka vardı."

Çocuk yine döndü ve anlamsız anlamsız bana baktı.

Neden bilmiyorum ama çocuğa sormak istedim.

" Mektupların içine baktın mı abi?"

( Annem kendimden büyüklere abi demediğim için birkaç kez kulağımı çektiği için böyle hitap ediyordum.)

Çocuk kaşlarını yay gibi gerdi ve  " Valla ne yalan söyliyim bi göz attım." Dedi. 

" Ne yazıyordu?"

" Zarf boştu, herhalde dalga geçiriyorlar senlen."

Babamın elindeki mektuplardan birini aldım ve çocuğa uzattım:

" Üzerinde ne yazıyor?"

" Üzerinde bir şey yok." Dedi çocuk, babam durduğu yerde düşecek gibi oldu. Benimde başım dönmeye başladı, zarfın üzerinde Hogwarts yazıyordu. Zafın arkasını çevirdim,

 " Burada ne yazıyor?"

" Yahu okuman yok mu senin?" diye tersledi çocuk.

Bunun üzerine babam  " Oku şunu yahu!" diye hafiften çıkıştı.

" Asya Çelebi, yazıyor." Dedi çocuk bunun üzerine.

" Sadece mi?" dedim.

Çocuk gözlerini kısarak baktı ve " Sadece." Dedi.

Bu çocuğun gördükleriyle bizimkiler bir değildi. Ben orada Bayan Asya Çelebi'ye yazısını görüyordum.

Bu yüzden ona  " İyi bak, Bayan yazmıyor mu?" diye sordum.

Çocuk sıkılmış gibi " Yavv!"" diye homurdandı.  " Yazsa söyleriz değil mi! Kaç yaşındayım ben, okuma yazmam olmasa buraya işe almazlar beni!"

Babamla postanenin karşısındaki Bursa-Alacahumma yazılı banklara çöktük ve bir süre sessizce durduk.

Ne yani.. gerçek miydi?

O sırada önümüzden geçen amcalardan biri durdu ve bize baktı.

" Ne o Recai, kötü haber mi aldın oğlum?"

" Yok." Dedi babam. Ama başka da bir şey demedi.

Bana dönüp baksa ve kızsa kendimi daha iyi hissederdim ama öylece durdu. Başımla birlikte karnımda dönüyordu. Bir ara kusacak gibi hissettim ama sonra geçti.

O sırada aklıma bir şey geldi.

" Babaaa!" diye ayağa fırladım. " Ne dedi unutma! Silindir şapkalı adam dedi! O adamı gördüm ben, panayırda gördüm!"

Babam da hevesle ayağa fırladı.

" Şu lavuğu adam akıllı bi döveyim!" dedi. Beni unutmuş gibiydi, şaşkınca az önce geldiğimiz yola doğru koşturan babama baktım.

Aynı zamanda bütün kalbimle bunun .. bunu doğru olmaması için..

Yeniden banka çöktüm.

Cadılık ve büyücülük..

Bütün kalbimle, sadece gerçekleri bilmeyi diledim.

*

 

 

 

 

 

 

 

 

End Notes:

Yorum? 

^_^