Actions

Work Header

Rating:
Archive Warning:
Fandom:
Additional Tags:
Language:
Türkçe
Collections:
Turkfanfiction
Stats:
Published:
2017-01-09
Completed:
2017-01-09
Words:
7,129
Chapters:
3/3
Hits:
25

Theodora'nın Laneti

Summary:

Yüzyıllar süren laneti üzerinden atacak kadar güçlü müydü? Yoksa o da diğerleri gibi altında ezilip gidecek miydi?

Daphne Whitlocke sıradan hayatına heyecan isterken bu kadar büyük bir maceranın ortasında kalacağından habersizdi.Geçen her saniye onu muhtemel sonuna yaklaştırırken kalan kısa zamanında bu olayı çözmeli ve kendisini bu lanetin zincirinden koparmalıydı.

Notes:

Arşivist görevindeki Glenien'den not: Bu hikaye daha önce, artık kapanmış olan Turkfanfiction.net'te yayınlanmıştır. Sitede kalan hikaye arşivini korumak için, Türkfanfiction.net olarak Kasım 2016'dan itibaren, AO3'ün Open Doors (Açık Kapılar) projesi kapsamında, sitede bulunan tüm hikaye arşivini AO3 koleksiyonuna taşımaya başladık. Bu haberin duyurusu çeşitli kanallarda yapıldı, ancak size ulaşmamış olabilir. Bu yazarı tanıyorsanız veya bu yazar sizseniz, hikayeyi üzerinize geçirmek için lütfen profil sayfamdaki e-mail adresini kullanarak bana ulaşın.

Chapter Text

 

Bir sayfa daha çevirdi Daphne. Dorian Grey’in sürükleyici hikayesi onu uykusundan ettiği halde hiç şikayetçi olmadan kelimelerin hepsini içiyordu. Öyle dalmıştı ki kitabına odasının kapısını çalmadan içeri giren annesini fark etmemişti.

‘’Daha uyumadın mı kızım?’’ Ayracını sayfaların arasına sıkıştırıp başını kaldırdı ve yılların kendisinden çok şey götürmediği annesinin yüzüne odaklandı. Kırışıklıkları yok denecek kadar azdı ve sarı saçları arasında isyankar beyazlar olsa da fark edilmiyordu. Umarım ona çekmişimdir diye içinden geçirirken derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.

‘’Ben de şimdi yatacaktım anne.’’

Annesi Adalyne gülümseyerek lambasını kapattığında gözlerini acıtan ışığın yokluğuyla aslında ne kadar yorulduğunu fark etmişti genç kız. Kitabı komodinin üzerine bıraktı ve kuş tüyü yastığının üzerine yasladı başını. Ertesi gün Ben’in kendisini ziyarete geleceğini, sabah uyandığında göz altlarında mor halkaların olacağını biliyordu ama gelecek olan senelerdir en yakın arkadaşı olduğu için kendisine pek özenme gereği duymuyordu. Gerçi annesi her zaman bakımlı olmasını, başını döndürecek aşkının karşısına ne zaman çıkacağının belli olmadığını söyler dururdu. Hiçbir zaman Adalyne’ nin ideal evlat kategorisine girmediğini biliyordu ancak kadın zamanla kızının bu haline alışmış ve git makyaj yap, saçını tara diye başının etini yemez olmuştu. Uykunun sıcak kolları onu bilinmezliğe doğru sürüklerken aklındaki son şey Dorian’ ın lanetli tablosuydu.


####

‘’Günaydın uykucu.’’

Yanağını okşayan eli sinirle itti ve arkasını dönüp yorganı kafasına kadar çekti. Hadi ama, pazar günleri öğleden sonraya kadar uyumak ve sonrasında da aylak aylak dolaşıp eğer şanslıysan güzel bir film izlemek için vardı. Israrlı eller yorganı tamamen üzerinden çekip Aralık ayı soğuğunun tenine temas etmesine sebep olunca bağırıp çağırmaya başlayacaktı ki belinin gıdıklanmasıyla birlikte çığlığını yutmak zorunda kaldı ve gülmeye başladı.

‘’Heyy..’’

‘’Neredeyse kış uykusuna yattığına inanıp uyandırmaktan vazgeçecektim.’’

Gülerek Ben’in bal rengini andıran sarı mı yoksa kumral mı olduğuna karar veremediği saçlarını çekiştirdi.

‘’Sen bana ayı mı diyorsun?’’

Karşısındaki çocuk ciddi durmaya çalışsa da sesindeki gülümsemeyi hissedebilecek kadar iyi tanıyordu artık onu.

‘’Ne münasebet, senden olsa olsa yarasa olur.’’

Onun elini tutarak hala kendisini bekleyen sıcak yatağından kalktı ve aynanın karşısına geçti.

‘’Nereye gideceğiz?’’

‘’Hayvanat bahçesi diye düşündüm. Biraz temiz hava alırız hem.’’

Dolabını açtı ve mesajı alan genç adam odadan çıkana kadar bekleyip pijama olarak kullandığı pejmürde tişörtten kurtuldu. Her zamanki kombininden vazgeçmeyip kotlarından ve annesinin onun için aldığı kazaklardan birini seçip giymeye başladı. Kotunun düğmelerini iliklerken acıyan parmakları ona Nutella yemeyi azaltmasını hatırlatırken giyinmeyi bitirdi ve tekrar aynada kendisini kontrol etti. Üzerine giymek için kalın, nerdeyse dizlerine kadar uzanan montunu aldı ve odasından çıktı. Mutfaktan gelen sesler Adalyne’ nin yine Ben’i esir aldığının habercisiydi.

‘’Annen Mary’ e onu davet ettiğimi söylemeyi sakın unutma tatlım.’’

‘’Eve döner dönmez yapacağım ilk iş bu olacak bayan Whitlocke.’’

Merdivenlerden gelen adım seslerini duyunca ikisi de konuşmayı bırakıp oraya döndü. Daphne bir anda kendisine dönen bakışlarla afallasa da hemen annesinin yanına gidip yanağını öptü.

‘’Saat 5 gibi dönmüş olurum Adalyne.’’

‘’Bazen senin 30 yaşında doğduğunu düşünüyorum Daphne.’’

Genç kız gözlerini devirip arkadaşının koluna girdi ve beraber dışarı çıktılar. Artık en şiddetli dönemine girmiş olan kış ayazı soğuk bir sevgili gibi yüzlerini okşarken sanki daha çok koruma sağlayacakmış gibi ikisi de başını eğmişti.

‘’Hayvanat bahçesine gitmek iyi bir fikir mi Ben? Yarın burnumuz akacak.’’ 

‘’Baş başa kalırız diye…’’ Daphne başını kaldırdı ve yüzü kızaran genç adama baktı, muhtemelen soğuk yüzündendi. ’’…İstersen sinemaya da gidebiliriz tabi.’’

‘’Sinema daha cazip görünüyor.’’

Yoldan geçen bir taksiyi durdurup kendilerini içine attılar ve klima sıcağı yüzlerine çarparken rahatlayıp oturdukları yere yayıldılar.

‘’Wortham Giant Screen Theatre.’’

Araç hareket ederken birbirlerine bakmadan oturmaya, dışarıyı seyretmeye devam ettiler. Daphne bir şeyler söylemesi gerektiğini hissetiği için ona döndü.

‘’Bugü…’’

‘’Aslınd…’’

Kısa gülüşmenin ardından kendisini ilk toparlayan Ben oldu.

‘’Önce sen söyle.’’

‘’Bugün sinemadan sonra Burke Baker Planetaryum’ una gider miyiz diye soracaktım. Ne zamandır gitmek istiyordum. Annemin sözünü dinleyip geç dönmüş olurum.’’

‘’Tabii, neden olmasın.’’

Genç adamın yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı ve Daphne onun bugünkü davranışlarına anlam vermekte zorlanıyordu.

‘’Sen ne diyecektin?’’

‘’Hiç, gereksiz bir şey.’’

‘’Anladım.’’

Araç hızla ilerlemeye devam ederken ikisi de başlarını öbür tarafa çevirip dışarıyı izlemeye devam ettiler. İstedikleri yere vardıklarında Daphne Ben’ den önce davranıp taksiciye parasını ödedi ve sinirle bakan çocuğa bir açıklama yapmak zorunda hissetti.

‘’Sinemayı sen ısmarlarsın.’’

Taksiden inince soğuk tekrar yüzlerine çarptı ancak biraz önce hissettikleri kadar şiddetli değildi. Tekrar kol kola girip insanlara çarpmamaya özen göstererek sinema salonuna ilerlemeye başladılar.

‘’Ne izleyeceğiz?’’

‘’Orada karar veririz.’’

Kalabalık olmayan gişede sıraya girdiler, afişlerde göz gezdirirken içlerinden biri dikkatini cezbetti Daphne’ nin.

‘’Walking with Dinasours: Prehistoric Planet 3D.’’

‘’Emin misin?’’

‘’Evet, dinazorları sevdiğimi biliyorsun.’’ Aslında sevip sevmediği hakkında bir fikri yoktu.

İçeri girdiklerinde salonda pekte insan olmadığını gördüler. Ön sıralarda birkaç inek tip, arkada da filmi izlemeye gelmediği çok belli olan bir çift oturuyordu. Ortadaki yerlerine geçtiler. Ceketini çıkarıp koltuğa kurulurken Ben’ in elinde patlamış mısırlarla ona baktığını farketti. Onu senelerdir tanımasına rağmen bugünkü aurasında çok farklı şeyler sezmekteydi genç kız. Gerginlikle uzanıp patlamış mısırlardan attı ağzına bir tane, acı tat gitmemişti.

‘’Daphne ben…’’

‘’Evet Benjamin?’’

‘’Şey…’’

İçinde bocaladıkları küçük konuşma okuldan arkadaşlarının fok balığını andıran çığlığıyla bozuldu.

‘’Daphneeeee, Bennnnn…’’ İkisi de aynı anda Charlotte’ a döndü. Kısa boyu, kıvırcık kumral saçları ve o gün kafasına geçirdiği beyaz şapkasıyla tam bir sevimlilik abidesi gibi duruyordu, ağzını açmadığı sürece. Eğer konuşarak kafa şişirmek için kurulan bir şirket olsa Charlotte o şirketin CEO’ su olurdu.

‘’Charlotte, bu ne güzel sürpriz, değil mi Ben?’’

‘’Ya,tabii.’’

‘’Nasıl olsa salon boş, yanınıza oturuyorum gençler.’’

Film boyunca Charlotte ile onun sevgilisiyle katılacağı davet planından, elbiselerinden ve ayakkabılarından konuşan Daphne filmin bir anını bile izleyememişti, göz ucuyla Ben’ e baktığında onun büyük bir ciddiyetle filmi izlediğini gördü.

Işıklar açıldığında oturmaktan kasılmış bacaklarını gerdi ve kan akışını normale döndürdü. Film boyunca çenesi durmamış Charlotte hiçbir yorgunluk belirtisi göstermeden zıplayarak kalktı ve onlara döndü.

‘’Hadi bir şeyler yemeye gidelim.’’ Daphne tam ağzını açıp olumlu cevap verecekti ki Ben ondan hızlı davranıp konuşmaya başladı.

‘’Aslında biz planetaryuma gidecektik Charlotte, teklifin için teşekkürler.’’

Daphne Ben’ e böyle sert bir cümle kurduğu için hesap sormayı aklının bir köşesine yazarken Charlotte yüzünün kızarmasına sebep olan cevabını hiç bozuntuya vermeden gülümseyerek verdi.

‘’Başbaşa kalmak istediğinizi biliyorum.’’

‘’Ah hayır, neden bize katılmıyorsun Charlotte.’’

‘’Ben çok açım canım, eşlik edecek birilerini çağırırım merak etme.’’

El sallayıp geldiği gibi ortadan birden yok olmasıyla birlikte Daphne ne yapacağını şaşırmıştı. Ben’e döndüğünde onun kayıtsız, hatta biraz halinden memnun bir şekilde ayakta dikildiğini gördü.

‘’Tebrik ediyorum.’’

‘’Yine ne yaptım?’’

‘’Karşımızdaki Charlotte ‘tu Ben. Yarın muhtemelen okulda bizim olmayan aşk hikayemizi anlatmaya başlayacak.’’

‘Anlatsa ne olur ki? Gerçeği ikimiz biliyoruz.’’

Sıkıntıyla iç geçirdi genç kız.

‘’Çıkalım mı artık?’’

‘’Tamam.’’

Sinemadan çıkıp dış dünyaya adımlarını attıklarında ısınmalarına çokta yardımcı olmayan kış güneşi gitmiş, yerini kasvetli ve koyu bulutlara bırakmıştı.

‘’Yağmura yakalanmak istemiyorum Ben, çabuk gidelim şu planetaryuma.’’ Cevap vermeyen genç adam daha hızlı yürümeye başlayınca adımlarıyla ona ayak uydurmak zorunda kaldı Daphne. Biraz önceki konuşmadan dolayı aralarında küçük bir soğukluk oluştuğundan koluna girememişti. Girişten biletlerini alıp ne göreceği hakkında pek bir bilgisi olmadan heyecanla içeri girdi ve gördüğü manzaradan dolayı gözlerinin kamaşmasına engel olamadı. Ağzı açık bir şekilde eğer Houston açık ve ışıksız bir yer olsaydı yıldızların nasıl görüneceğini izlerken Ben’ e çarptı.

‘’Pardon.’’

‘’Sorun değil.’’

Gecenin koyuluğu içinde kendilerine teker teker yer açmış milyonlarca yıldız ve lacivertin üzerine nazik bir dokunuşla renk değiştirmiş olan bulutsuların temsili görüntüleri altında kendisini olduğundan daha ‘’özgür’’ hissetmişti. Aralarına giren küçük soğukluğu halletmek için konuşmaya başladı.

‘’Biliyor musun Ben, yanlış zamanda yaşadığıma inanıyorum.’’

‘’Nasıl yani?’’

‘’Sanki daha ilkel zamanlarda yaşamalıymışım gibi hissediyorum. Kafamı kaldırdığımda yüksek gökdelenleri, arabaları, trafik lambalarını, sürekli işine koşturan takım elbiseli insanları değil de böyle bir gökyüzünü ve yeşil ormanları görmek isterdim.’’
Cevap gelmemişti, yapay gökyüzüne bakarken o ana kadar daha önce hiç yaşamadığı bir şey oldu, renkler gitmiş ve dünyaya siyah beyaz bakar olmuştu. Görüş alanı tamamen kararırken elleriyle tutunacak bir yer aradı. Vücudu yer çekiminin etkisine kendisini bırakmış, hızla düşmeye başlamıştı. Kafası yere çarpınca korkuyla büyük bir acıyı karşılamayı bekledi ama hiçbir şey olmadı. Hissizlik rahatlatıcı ve annesinin kolları gibi sıcaktı. Her şey siyaha büründü, ta ki tam üzerinde bulunan parlak son yıldız kalana kadar.

####


M.S. 510 KONSTANTİNOPOLİS

Sallanan at arabası üzerinde eşyalardan onlara ne kadar yer kaldıysa o kadar rahat oturabiliyordu iki kız kardeş. Donanmada subay olan babaları ölünce anneleri çok geçmeden evlenecek başka birini bulmuştu. Şimdi de onun evine taşınıyorlardı eski evlerinde ne var ne yoksa toplayıp.

Her şeyin yolunda gitmesi için Jüpiter’ e sessiz bir dua gönderdikten sonra pazar yerindeki insanları izleyerek elindeki ekmeği kemirmeye devam etti Theodora. Herkes bir koşuşturmaca içindeydi, kimi elindeki malı satmaya çalışıyor, kimi pahalı bulduğu fiyatı indirebilmek için ateşli bir pazarlık içerisinde, kimisi de açlıkla meyve sebze satan adamın tezgahının yanına oturmuş yarısı çürük yiyeceklerin sağlam kısmını yemeye çalışıyordu. Tekerleğin bir taşın üzerinden geçmesiyle sarsılan küçük kız Pazar yerini incelemeyi bıraktı ve önde oturan annesine döndü.

‘’Daha ne kadar yolumuz var anne?’’

Tepelerindeki güneş yüzünden kapattığı kafası üzerinde boncuk boncuk ter birikmiş olan kadın kızına dönmeye tenezzül etmeyip olduğu yerden cevapladı.
‘’Çok az kaldı.’’ Ama sonradan bir şey hatırlamış gibi telaşla arkasına dönüp iki kızına hitaben konuşmaya başladı. ‘’Bana bakın, yeni babanızı şımarıklıklarınızla sinirlendirmek yok. Anladınız mı beni?’’

Sözlerinin iki kızına da yeterince tesir ettiğinden emin olduktan sonra önüne döndü tekrar. Yeni evlerine gerçekten çok yaklaşmışlardı. At arabası açık mavi boyalı evin önünde durunca iki kızda eve baktı. Theodora ablasının elinden tutarak eşyalara basmadan arabadan indi ve kapının önünde dikilmeye başladı. Beyaz kapı açılınca ikisi de ‘’yeni babalarına’’ döndüler hemen. Kırk yaşlarında, saçları beyazlamaya başlamış ama dökülmemiş, atletik duran ve kendi yaşındakilerle kıyaslanınca yakışıklı sayılacak bir adamdı.

‘’Sevgili ailem.’’

Kollarını açıp bekleyen adama anneleri gitti ve sarıldı. Kızlar bir adım bile ilerlemeden oldukları yerde el ele tutuşarak annelerinin ve o adamın sarılışını izliyorlardı. İkisi eve girince onlarda arkalarından içeri girdiler. İki katlı ve güzel görünen bir evdi. Onlar gelmeden önce temizlenmiş olmalıydı. Dikkatlerini evin salonunun küçük bir kısmının ayrıldığı ve her bir parçası özenle seçilmiş olduğu belli olan şapel çekti. Meryem’ in ve İsa’ nın ikonaları ve küçük heykelcikleri salonun girişi yönüne doğru yerleştirildiği için Theodora onların kendisini izlediği hissine kapılmıştı. Gözlerini kırpmadan oraya baktığından annesinin onu çimdiklemesinden kaçamadı.

‘’Ahh..’’

‘’Oraya bakmayı kes Theodora. İyi ki Theophilus yukarıya çıktı. Bu evde yaşadığımız sürece asla asıl tanrılarımızdan vazgeçmediğimizi ona fark ettirmeyeceksiniz.’’

Yutkundu. Fark edilmek demek, ölüm demekti. Theodora o anda yemin etti, asla bu kafir Hristiyanlar’ ın elinden olmayacaktı ölümü.