Actions

Work Header

Rating:
Archive Warning:
Category:
Fandom:
Additional Tags:
Language:
Türkçe
Collections:
Turkfanfiction
Stats:
Published:
2016-12-25
Words:
2,674
Chapters:
1/1
Hits:
14

The Morte.

Summary:

"...Ağlamayacaksın, diye fısıldadı küçük kız yaralı dizlerini kendine çekerken. Dayan Katerina. Buradan kurtulacağız. Buradan kurtulacağız."

Canavarlarla, sadistlerle, doğaüstü yaratıklarla dolu bir dünyada ayakta kalmaya çalışan bir kız ve kuşatılmış Özgür Bölge'nin öyküsü.

Notes:

Arşivist görevindeki Glenien'den not: Bu hikaye daha önce, artık kapanmış olan Turkfanfiction.net'te yayınlanmıştır. Sitede kalan hikaye arşivini korumak için, Türkfanfiction.net olarak Kasım 2016'dan itibaren, AO3'ün Open Doors (Açık Kapılar) projesi kapsamında, sitede bulunan tüm hikaye arşivini AO3 koleksiyonuna taşımaya başladık. Bu haberin duyurusu çeşitli kanallarda yapıldı, ancak size ulaşmamış olabilir. Bu yazarı tanıyorsanız veya bu yazar sizseniz, hikayeyi üzerinize geçirmek için lütfen profil sayfamdaki e-mail adresini kullanarak bana ulaşın.

Work Text:

 

 

 

Story Notes:

Merhabaa ^-^ uzun zamandır bazı öyküler yazıyorum ama ilk kez burada da paylaşmak istedim. The Morte benim için de yepyeni bir macera, beğeneceğinizi umuyorum. *yavru köpek bakışları* 

Umarım okursunuz ve yorum bırakıp beni yalnız bırakmazsınız, her kelime benim için altın değerinde :3


 

 

Author's Notes:

“Droscmiqka mane ploschka, lekka irtfae!”* -> "Yüzüme bak, küçük fahişe!"
“Dena afrohdte klapschma dina, prhqa.”* -> "Güzelliğin canını kurtardı, orospu." 
“Oj dare furg klepzse, dare whkke sghiase jeghare, dare skye müsché udna.. dare schlebnghe irtfae auwaen…”* -> "Oh.. o dolgun dudaklar, o süt gibi ten, o gece saçlar kirpikler ve.. o kocaman kızıl fahişe gözleri..."


 

 

 

 

Ağlamayacaksın, diye fısıldadı küçük kız yaralı dizlerini kendine çekerken. Kirli yüzünü ıslatan gözyaşlarını dizlerine silmeye çalıştı, işe yaramamıştı. Dayan Katerina. Buradan kurtulacağız. Buradan kurtulacağız. Öylesine yalnız, korkmuş, aç ve soğuktan donmak üzere. İnatçılığı vücuduna ve korkularına yenilmeyerek onu hayatta tutuyordu ama kendi kendine konuşurken bazen deli gibi hissediyordu. Taş duvarlarla kaplı küçük zindanda sıçanlarla arkadaş olmaya çalışmıştı oysa ama o yemek almazken etle beslenen bu küçük canavarlar ondan da bir parça alır diye çok korkuyordu. Belki de cehennem dedikleri yer burasıdır, diye düşündü. Daha fazla dayanamadı ve kendini sıkmayı bırakıp ağlamaya başladı. Hıçkırıkları öksürüklere dönüşene kadar, göz pınarları kuruyana kadar ağladı. Nefesi tekdüze haline dönerken bir anda dev kapıdan içeri ışık sızdı ve Katerina korkudan köşeye sindi. Anne, neredesin? Neden beni yalnız bıraktın? diye sessiz çığlıklar attı kapının kilitleri tek tek açılırken. Sonunda içeri kimin girdiğine bakabilecek kadar gözleri ışığa alıştığında sadece gözleri gözükecek kadar kafasını dizlerinin arasından uzattı. Yeterince büzülüp küçülebilirse belki de onu almazlardı. Gözlerini korkuyla yukarı kaldırdı. Kocaman bir adamdı içeri giren. Tek kelime etmeden kızı kolundan tutup havaya, kendi dev boyuna yetişecek kadar kaldırdı. Birkaç saniyeden sonra sinirli nefesi hızlandı ve Katerina bayılacak gibi hissedene kadar onu salladı.

 “Droscmiqka mane ploschka, lekka irtfae!”*

Katerina yüzüne bakmayı inatla reddediyordu. Az önce fazla bile görmüştü. O yaralar, dövmeler, içinde ışık olmayan beyaz göz bebekleri ve ağzından fışkıran sivri dişler. Metalik bir ses duyuldu, hızlı hızlı alıp verdiği nefesi kesildi. Bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Çenesini dikleştirip titreyen dudaklarını birbirine bastırdı ve koyu şarap rengi gözlerinde öfkeyle adamın yüzüne döndü. Burnunun ortasında duran hançer belli ki isabet etmek üzereydi. Gözlerini kapattı ve acıdan başka bir şey düşünmeye çalıştı. Birkaç uzun saniye geçti ama hiçbir şey olmadı. Korkuyla gözlerini açtığında adam işkence aletini indirmiş, şaşkın bir ifadeyle yüzüne bakıyordu. Katerina kafasını sallayıp dirense de adamın parmaklarını yüzünde gezdirmesine engel olamadı. Dev onu yere bırakıp elini pantolonuna attı. Başını kaldırdığında onu inceleyip kasıklarını okşayan adamı görmek Katerina’yı şok etmişti.  

“Oj dare furg klepzse, dare whkke sghiase jeghare, dare skye müsché dare schlebnghe auwaen…”*

 Sürünerek geri gitti ve duvara yaslandı. Bir yandan bileklerini tekrar kanatıp zincirlerden kurtulmaya çalışırken bir yandan umutsuzca kaçacak yer arıyordu. Saçları gözyaşlarıyla ıslanan yüzüne yapışmış, önünü göremiyordu bile. O iğrenç çatallı sesin inlemelerini duymamak için kulaklarını kapatmaya çalıştı ama beceremedi. Günler gibi gelen saniyeler sonra ses yavaşça kesildi ve yerini derin nefeslere bıraktı. Hareket edemiyordu, donmuştu. Korkudan ve soğuktan dişleri birbirine çarpıyordu. Bir anda kulağının dibinde fısıldayan devin çatallı sesiyle yerinden zıpladı ve çığlık attı.

 “Dena afrohdte klapschma dina, prhqa.”*

Ne? Ne demek kurtarmak? Adama sormak istedi ama ona dilini bildiğini göstermek çok tehlikeli olabilirdi. Başını yerden bir an olsun kaldırmayıp sustu. Öldürücü sessizlik saliseleri aşmadan ayakları yerden kesildi. Dev adam onu kolayca omzuna atmış, götürüyordu. Ne yardım çığlıkları ne de var gücüyle vurduğu darbeler işe yaramıyordu. Nereye gidiyordu? Belki de, dedi zihninde aklını kaybetmesine engel olan ses.  Annemin yanına gidiyoruz.

Katerina terler içinde uyandı ve refleks olarak yastığın altından aldığı bıçağıyla boşluğu yardı. Siyah duvarlar, kırmızı deri bir kanepe, parlak siyah masa ve yatağından oluşan odasında ondan başka kimse yoktu.  Elinin tersiyle alnındaki ter damlacıklarını sildi, nefes nefese kalmıştı. Bir şey yok, aptal. Her zamanki kabusların. Travma diye buna deniyor, ta-da! Kendi iç sesine sinirlenip hızla ayağa kalktı ve üstündeki kocaman tişörtü atıp duş aldı. Birazdan derse gireceğinden rahat olmak için siyah büstiyerle tayt giydi, saçlarını gelişigüzel topladı ve aynaya baktı. Bu aralar kabusları iyice sıklaştığından uyuyamaz olmuştu, gözlerinin altında ince çizgiler halinde torbalar oluşmaya başlıyordu. Mmm, ne yapsak? diye düşündü. Aklına pek de parlak olmayan bir fikir geldi ama denemeye değerdi, yüzüne herhangi bir tabaka uygulamaktan hoşlanmıyordu ve yorgun gözler çok fazla “nasılsın?” sorusu demekti. Kirpikleri fazla gür ve siyah olduğundan onları iyice kıvırdı ve işte, morluklar kapanmıştı. Gözlerini kırpıştırırken kirpiklerinin kaşlarına takılması dışında bir sorun yoktu. Arkasına dönüp masasının üstündeki kum saatine baktı. Saatteki kum her 120 dakikada bir yer değiştiriyordu, geceleri sürekli uyanan biri için kısmen eğlenceliydi. Ve kum saatine bakacak olursak… geç kalmıştı! Hızla en pratik silahlarını üstüne yerleştirdi ve odadan çıktı. 2 kat merdiveni neredeyse saniyeler içinde inmişti. Sınıfın kapısına geldiğinde yansıtmalı kapılardan aksine baktı ve topuzunu şöyle bir düzelttikten sonra içeri girdi. Salona bir adım atmıştı ki durakladı. Yerdeki minderlerde oturan onlarca öğrenci ona dönmüş şaşkın şaşkın bakıyordu ve onun durması gereken yerde Freyja duruyordu.

“Kat.” Dedi suratına bu-kalabalıkta-beni-azarlayamazsın zafer gülümsemesini takınarak. “Biz de seni bekliyorduk.”

Katerina burnundan sesli bir nefes verdi ve dik omuzlarını iyice dikleştirip içeri yürüdü. Freyja omuzlarına dökülen çilek pembesi saçlarını iki yandan örmüş, koyu makyajlı küçük mavi gözlerini Kat’in üzerinde gezdiriyordu. Onu her gördüğünde içi hem pişmanlıkla hem arzuyla doluyordu. Gözlerini uzun bacaklarının, mermer gibi bembeyaz çıplak belinin kıvrımında, bel kemiğinin çukurlarında ve dolgun göğüslerinin üzerinde gezdirdi. Anılar beynine hücum etti. Bu tanrıçanın benim olduğu günler, diye düşündü. Şimdi bile aptal bir lastikle bağladığı kuzguni renkte saçlarını özgür bırakmak, beline sarılırken onları parmaklarının arasında hissetmek istiyordu. Kat boğazını temizledi. Freyja fazla uzun bir süre için bakakalmıştı. Gözlerini kaldırıp ateş gibi bakan şarap rengi gözlerle karşılaştığında hemen kendini toparladı. Ne kadar medeni bir ilişkileri –hatta arkadaşlıkları(?)- olsa da Freyja her baktığında Katerina’nın gözlerindeki öfkeyi hala görebiliyordu. Hiç kaybolmayan ihanet acısını. Freyja elinden geldiği kadar dostça gülümsedi ama Kat’in mermer teninde bir kası bile oynarken yakalayamadı.

“Bu sınıfın yakın dövüşte 16.seansı. Bu sefer pratikte onlara bir şeyler göstermene yardımcı olabilirim diye düşünüyordum.” Dedi.

 Tabii bu kadar öğrencinin önünde seni küçük düşüremeyeceğimi biliyorsun, Diye düşündü Katerina.  Başıyla hafifçe onaylayıp sınıfa döndü. Bütün gözler onun üstündeydi. Vahşi gözleriyle tezat oluşturan gamzelerini göstererek gülümsedi.

“Merhaba. Bu hafta ne üzerine çalışacaktık hatırlatmak isteyen var mı?”

Dikdörtgen geniş salonu neredeyse dolduran öğrencilerden iki düzine kadar el kalktı. Katerina bakışlarını hepsinin üzerinde gezdirirken kalp atışlarının hızlandığını, bazılarının çocuk yanaklarının kızardığını görebiliyordu. Ondan hem korkuyor, hem hayranlık duyuyorlardı. Mistre de Nyphare*. Mistik, ama güçlü bir sıfattı. Ön taraflarda küçük bir kıza gözleri takıldı. Çocukluktan henüz çıkmamış kahverengi saçları bukle bukle omuzlarına dökülüyor, büyük bir heyecan ve tombul kırmızı yanaklarla ona gülümsüyordu. Eliyle hafifçe onu işaret edip söz verdiğinde sıcak kahve gözlerinin parıldadığını gördü.

“Açık saldırılar ve kapana kısılmayı pratik edecektik, efendim.” Katerina gülümsedi.

“Teşekkürler… Aria.”

 İyi bir hafızası vardı, neredeyse akademideki her öğrencinin adını hatırlardı. Küçük Aria da adını hatırlamasından hoşlanmışa benziyordu.

“Ama lütfen, bana Katerina deyin. Bu ciddiyet meselesini konuşmuştuk.” Dedi ve Freyja’nın yüzüne bir an bile bakmadan üstüne oturduğu çelik masayı açtı ve içinden plastik küçük bıçaklar çıkardı.

“Tamamdır, yeniliğe oldukça önemli bir pozisyondan –sınıfın büyük çoğunluğunu oluşturan kızlarla özellikle göz teması kurdu- başlayacağız. Dış dünyada cinsel saldırı için spesifik olarak kullanılan hamlelerden nasıl kurtulacağımızı öğreneceğiz, yani.. pratik yapacağız. Teoride hepiniz biliyorsunuz sanırım. Ama önce, geçtiğimiz hafta yaptığımız pratikten bir durum-antrenmanı görelim.”

 Sofia elini kaldırdı, Katerina başıyla onayladı ve eş olarak da Sofia’nın üç katı büyüklükteki Marcus’u seçti. Her an müdahele edebilmek üzere arkalarına geçtikten sonra duruşlarını kontrol etti. Sofia muhtemelen 16 yaşına basmamış, ufak tefek bir kızdı ve yakın dövüşte gösterdiği başarı yadsınamazdı. Marcus ise kas yapmaya biraz fazla meraklı genç bir erkekti. Sofia arkası dönük, tüm masumluğuyla öylece duruyordu.

“Marcus, Sofia’ya saldırıyorsun. İstediğin yerden tutabilirsin. Amacın onu yere düşürebilmek.” Marcus ciddi bir ifadeyle onayladı.

“Sofia, hazır mısın?”

Sofia şirin bir gülümsemeyle dönüp “Hazırım.” Dedi ve arkasını döndü.

Marcus derin bir nefes alıp yavaşça Sofia’ya doğru yaklaştı. Zemin plastik ve yumuşak olduğundan görmeden nerede olduğu anlaşılmıyordu, koşup kendini ele vermek istememişti. Freyja masanın üstüne bağdaş kurmuş tırnaklarıyla oynayıp arada ilgileniyordu, Katerina ise pür dikkat her zamanki “kedi yürüyüşü”yle elleri açık, Marcus’u güvenli bir mesafeden takip ediyordu. Freyja bir an Kat’in sıkı poposuna bağlı bir kedi kuyruğu hayal etti ve resmin nasıl sırıtmadığını fark edip güldü. Katerina bir saniyeliğine gözlerini ona çevirdi ama dikkatini dağıtmadı.

Marcus ellerini makas gibi tutup Sofia’yı belinden yakaladı ve havaya kaldırdı ama o yere indiremeden Sofia bacaklarıyla tersten boynuna bağlandı ve kendini döndürünce Marcus’un serbest kalan ellerinden faydalanıp ayak bileklerine bağlı olarak ters şekilde sarktı. Kaslı kollar onu tekrar yakalayamadan yerde yuvarlanıp saldırıya hazır şekilde pozisyon aldı. Marcus önce dişleri dışarıda saldırı halinde arandı, sonra Sofia’nın kurtulduğunu görüp hafifçe sırıttı ve eğilip selam verdi.

Katerina “İyi iş, çocuklar. Sofia, taklan üzerinde biraz daha çalışmalısın.” Dedi ve onları yerlerine gönderdi.

Yere dizdiği plastik bıçakları alıp tam ağzını açmıştı ki, Freyja masadan atlayıp hızla ona doğru yürüdü.

“Bence profesyonellerden de bir set görmeliler. Belki ezberden sıralı hareketler yapamayacak kadar yaşlandım –gözlerini devirdi- ama bende hala iş var sanırım.” İnce dudakları sinsi bir gülüşle kıvrıldı.

“Ha-ha Freyja. Çok istiyorsan sıradaki pozisyonu bunlarla –sahte bıçakları ona uzattı- sen gösterebilirsin.” Gözlerini kıstı. Ne yapmaya çalışıyorsun, Freyja?

“Hadi ama. Eğlenceli olacak.” Dedi ve Katerina’nın bir şey söylemesine fırsat bırakmadan üstüne atladı.

Katerina neye uğradığını şaşırmıştı. En azından saldırı pozisyonu doğru, diye düşündü. Freyja şınav çeker gibi ellerinden kuvvet alır şekilde ona dokunmadan üstünde duruyordu. Kat boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

“Eğer biri bu şekilde üstünüze çullanır da altında kalırsanız, dirseklerinizi bükmeden yani ona size yüklenip yaklaşma fırsatı vermeden omuzlarından tutuyorsunuz. Sol bacağınızdan destek alıp sağ bacağınızla kendinizi yukarı ittikten sonra da en hızlı şekilde yüzüne saldırıyorsunuz. Çıplak elle ya da silahla. Önceliğiniz dikkat dağınıklığı yaratıp bu pozisyondan kaçmak ve savunma için kendinize yeterli alan bırakmak.”

Öğrenciler anladıklarını belirtir şekilde kafalarını salladılar. Ayağa kalkması beklenilen Freyja ideal pozisyonu bozdu ve altından teoriyle kaçan Katerina’yı az önceki teknikle kaçamayacağı şekilde sıkıştırdı. Üstelik diziyle bacaklarını kitliyordu.

“Peki ya böyle olursa, savaşçı, o zaman ne yapacağız?” dedi hınzır ses tonuyla. Katerina sinirlendiğini hissediyordu. Dişlerinin arasından “Aynen şöyle.” Dedi ve güçlü bacaklarını Freyja’nın baskısından kurtarıp hızla ayırdı, beline sardı ve hızla yer değiştirdiler. Şimdi Katerina hem üstünde oturuyordu, hem bacaklarını ona sararak hareketini imkansız kılmıştı. Tek eline pembe örgüleri dolamıştı, tek elindeki bıçağını da Freyja’nın boynundaydı. Bir anda gözlerini kırpıştırdı ve refleksle kendi bıçağını kullandığını fark edip hemen geri beline yerleştirdi, elinde kalan saçları görmezden gelerek doğruldu. Sınıftaki herkes gözleri fal taşı gibi açılmış onlara bakıyordu. Katerina sinirden olduğu yerden kalkmayı bile hatırlayamadan “Bugünlük bu kadar, çıkabilirsiniz.” Dedi ve son öğrenci de sınıftan hızla çıkarken Freyja’ya döndü.

“Ne yaptığını sanıyorsun? Herhangi bir atağa karşı otomatikman saldıracağımı biliyorsun Freya. Hem de öğrencilerin önünde… amacın ne senin? Boğazını parçalayabilirdim.”

Freyja kalktı ve ellerini Katerina’nın beline dolayıp onu iyice kendine çekti. Nefesleri birbirinin yüzünü yalarken Katerina hareket etmiyordu, öylece kalmıştı. Eğer bir başkası yapıyor olsaydı şuan belki de ölüydü ama bu… Freyja’ydı. Ona zarar veremezdi ve kalbi hala o kadar kırıktı ki onun dokunuşuna sinirlenmeden önce hassaslaşıyordu. Bedenini okşayan kolların arasında kabuğu koparılmış kocaman bir yara gibi hissetti. Her an kanayabilirdi, her an yeniden parçalanabilirdi. Freyja genelde tehdit dolu bakan o gözlerde bir anlık titremeyi yakaladığı için çok mutluydu. Zaten bütün bu olayın amacı da buydu. Bacaklarını araladı ve Katerina’nın sıcaklığına hafif, ritmik baskılar yapmaya başladı. Onu öpmeye cesareti yoktu ama belki… belki de her şeyi unutup ona bir şans daha verirdi. Bir an için bile olsa. Freyja gerçekten şansını zorlayıp hem vücuduyla, hem elleriyle onu tahrik etmek için elinden geleni yapıyordu. Katerina ince parmakların bacaklarının arasında ezici baskısını hissedince bir anlığına gözlerini kapattı, içinde yanıp kül olmuş çiçeklerin kökleri umutsuzca kasılıyordu. Freyja Kat’in eli iki bileğini birden sertçe tutunca durdu. Gözleri dolu doluydu.

“Yapma, Frejya. Artık yapma. Biz ayrılalı neredeyse 1 sene olacak ve biliyorsun neden ayrıldık… sen…” Gözünün önünde canlanan görüntülerle vücudu kasıldı, buz gibi oldu. Hemen ayağa kalktı. “Bir daha sakın, sakın böyle bir şey yapma. Anlıyor musun? Sakın.”

Freyja şarap rengi yanan alevler karşısında bakışlarını indirdi. Kimse onun öfkesine karşı duramazdı zaten. Ama onun takıldığı bu değildi. Bedenleri birbirini –hala- çekebilirken bile Kat öyle kırılgandı ki. Kendiyle dövüşebilmek için bir şans istedi. Her şeyi mahvettin, aptal. Aptal. Aptal.

Katerina hızla kapıyı çarpıp dışarı çıktı. Akademinin tavanı görünmeyen yükseklikteki kubbeleri yüzünden içerisi her zaman geniş ve ferahtı. Gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı ve Freyja’nın üstüne belki bininci, ama son kez kilit vurup onu içindeki karanlık uçuruma attı. Geri dönüş artık yoktu.

***

Yüzleri maskeli, silahlı ordu hızla köy meydanına ilerliyordu. Siyah deriden kıyafetleri ve tüm kişiliklerden yoksun tek tip maskeleriyle cehennemin haberini getiriyorlardı. Kaçamazsınız, saklanamazsınız, yok etmeye geldik.

Küçük bir çocuk yere düşen kırmızı elmayı elleriyle temizledi, çürük yoktu. Eksik dişlerini göstererek gülümsedi ve nefis bir ısırık alırken kocaman kahverengi bakışlarını ileri doğrulttu. Yüzündeki gülümseme solup esmer teni renk değiştirirken ısırılmış kırmızı elma yere düştü ve sekerek ilerledi. Eli elmanın eksikliğini fark edememiş çocuk kıpırdamadan öylece ormanın içine bakıyordu. Dumanlar içinde toynaklarla, koşan ayaklarla, yere çarpan silahlarla yaklaşan dev karanlık. Nefesini verdi ama sesi çıkmadı. Sendeledi. İdrar kesesinin baskısını hissediyordu, korkudan titreyen bacakları ona itaat etmiyor gibiydi. Sonunda ciğerlerini şişiren derin bir nefes aldı ve çığlık attı.

“GELİYORLAR! GELİYORLAR! KAÇIN!”

Çocuğun sesinin ulaştığı herkes anlık bir panikle titreyen parmakların gösterdiği yöne baktı ve… kıyamet koptu. Çığlıklar birbirine karışmış, herkes ailesini bulma peşinde oraya buraya koşturuyordu. Kara ordu ritimlerini bir an olsun bozmadan, önlerinde donmuş bir kalabalık varmış gibi sakince ilerliyordu. Nasıl olsa kimse onlara direnemezdi.

Köyün girişine, meydana, vardıklarında hepsi sessizlik içinde emri beklediler. Kendi gibi kara, zırhlı atının üstünde komutan eliyle basitçe ileriyi gösterdi ve hepsi, tüm o askerler hareketsizliklerini unutup saldırdılar. Dokundukları tüm erkekler öldü, kadınların çoğuna ve kimi çocuklara oracıkta tecavüz ettiler, kucağında bebeğiyle af dilenen annelerin önce göğüslerini sonra kellelerini aldılar. Kara ordu, izini her yere kazıyıp ama tek bir yaşayan hafızada bırakmadan ilerliyordu.

Asker kararlı adımlarla camlarında çiftlerce çocuğun saklanmaya çalışan gözlerini gördüğü eve doğru ilerliyordu. Belli ki birileri çocukları buraya toplamış, vahşetten kaçıracaktı ama kim bilir başına ne gelmişti. Kapıyı hızla açıp içeri girdi ve içeride cılız çığlıklar duyuldu. Evin dört köşesine sinmiş en büyüğü muhtemelen 18 yaşlarında iki düzine kadar çocuk korkudan titriyordu. En büyükleri oldukları anlaşılan bir kız ve oğlan karşısında durup ellerindeki odunlarla diğerlerinin önüne geçtiler. Korkudan titreyen çenelerini kitlemiş, omuz omuza savaşarak ölmek istiyorlardı. Savaşçı elini kaldırdı ve çocuklar çığlık attı, kız odununu kaldırmaya yeltendi ama bekledikleri gibi eli sırtındaki kılıçlara gitmedi, aksine maskesini çıkardı. Çocuklar o korkutucu kostüm ve maskenin altından çıkan yüze şaşırmış görünüyorlardı. Dağılmış, yüzüne dökülmüş kahve saçlar, sıcacık bakan bal rengi gözler, yakışıklı genç bir yüz. Önündeki büyükler tereddüttelerdi ama henüz silahlarını indirmeye niyetleri yoktu. Asker iki elindeki kalın eldivenleri atıp ellerini kaldırdı, ama size-zarar-vermeyeceğim evrensel hareketi çocukların güvenini kazanmaya yetmemişti. Arkadan, küçük bir kız kalktı ve ona doğru yürüdü.

“Lucy, hayır!” diye bağırdılar büyükler aynı anda ama Lucy çoktan askerin yanına gitmişti bile.

“Merhaba, Lucy.” Dedi askerin herkesi ikinci kez şoka sokan kadife gibi yumuşacık sesi. “Benim adım Eric. Size zarar vermeyeceğim, aksine size yardım etmeye geldim ama acele etmemiz gerekiyor. Sizi güvenli bir yere götüreceğim. Görünüşümün güvensiz olduğunun farkındayım ama başka yolu yoktu. Lütfen?”

Lucy minik başını hafifçe yana eğdi ve kaşlarını çattı. Sonra net bir ifadeyle arkada hala odunlarına sarılmış olan koruyucularına döndü ve “Doğruyu söylüyor.” Dedi. Küçük kulübedeki herkes derin bir nefes aldı, gergin omuzlar aşağı indi.

Tam o sırada kapıdan bir gürültü geldi. Eric hariç herkes yerinden zıpladı. Biri kapıya çarpmıştı ve belli ki yere düşmüştü. Kan içeri sızıyordu. Çocuklar korkuyla birbirlerine sokuldular. Eric belindeki bıçağa davranıp hazır şekilde çocukların önüne geçti. Kapı hızlıca üzerlerine açıldı ve karşılarında başka bir asker duruyordu ama Eric silahını kaldırmadı. Asker hızlıca maskesini çıkardı. Çocuklar bu çikolata tenli genç adamın tehlike olmadığını fark edince rahatladılar.

“Gitmeliyiz. –hızlıca arkasını kontrol etti ve yaraladığı başka bir askerin bedenini kapının ağzından uzaklaştırdı- Aeris kişisel ordusuyla buraya geliyormuş.”

Eric’in bal rengi gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Ne?!” dedi inanamayarak. “Onun burada ne işi var?”

Kapıdaki asker silahtan boşta kalan elini kısacık saçlarının üstünden geçirdi. “Bilmiyorum. Hadi, acele edelim.”

 

Çocukları hızlıca kulübeden çıkarttılar, şanslarına katliam onların bulunduğu tarafta bitmişti de parçalanan bedenlerin yere düşen sesleri, çığlıklar kısmen de olsa uzaktı. Çocuklar önde onlar arkada, hızlıca ormanın içine doğru yol aldılar.

 

End Notes:

İlk bölüm olduğundan biraz uzun ve her şeyin net olmadığının farkındayım, ilerleyen bölümlerde sorular cevap bulacak :3

Umarım beğenmişsinizdir! Lütfen yorum atmayı unutmayın ^w^